Selamün aleyküm hocam, geçen cuma günü vaaz eden hoca kardeşimizin konuşması esnasında kullandığı bazı kelime ve kavramlar dikkatimi çekti, aklımda kalanlardan birkaçı şöyle: cennetül bâki, mâsun, mîsal, şarz. bir de hocamız çok fazla ben dilini kullanıyordu, bunlar doğru mudur, değilse doğruları nedir?  m. kerim özsoylu – esenler

*******

Ve aleyküm selam.

Değerli kardeşim;

Söz konusu ettiğiniz tabirleri sırasıyla ele alalım.

1- Cennetü’l-Bakı‘ (bâki değil, be-qaf-ye-ayn harflerinden müteşekkildir), bilindiği gibi Medine’de Müslümanların tesis ettiği ilk kabristanlıktır. Terkibin doğru telaffuzu böyle olmalıdır. Yani be-elif-qaf ve ye ile ‘Bekâ’dan gelen ‘Bâkî’ şeklinde olmamalıdır. İnternette de maalesef bu yanlış telaffuz yaygın ve mânâ olarak da ‘sonsuzluk bahçesi’ denilmiştir. Oysa ‘Bakı‘, Ahterî-yi Kebîr’de de zikredildiği üzere, ‘Medine şehrinde bir makbere yeri, aklık ve karalık olan mevzi’ manasınadır. Binaenaleyh terkip olarak manayı şöyle toparlayabilir; aklık ve karalığın birlikte bulunduğu, beyazla siyahın harman olduğu bahçe’ diyebiliriz.

Medine’nin Bakı‘ veya Bakıu’l-garkad adı verilen bu mezarlığı, şehrin güneydoğusunda Mescid-i Nebevî’nin yakınında, Kanûnî Sultan Süleyman (rahmetullahi aleyh) devrinde yapılmış ve günümüzde yıkılmış olan kale duvarlarının dışında bulunmaktadır. Eskiden buraya Bakı‘ kapısından geçilirken bugün Mescid-i Nebevî ile arasında bina kalmamıştır.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) tarafından mezarlık olarak kullanılmasına karar verilmeden önce Bakı‘ “garkad” adı verilen bir nevi çalılıkla kaplı bir yerdi. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) ashabından (r.anhum) vefat edenlerin defnedilmesi için bir yer aradı ve Bakı‘ mevkiini mezarlık olarak kararlaştırdı. Türkler arasında daha çok Cennetü’l-Bakı‘ adıyla meşhur olan bu mezarlığa muhacirlerden ilk defnedilen Osman b. Maz‘ûn’dur (r.a.). Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.) onun baş ve ayak uçlarına kendi getirdiği iki taşı koydu; sonra da, “Bu âhirete ilk gidenimizdir” diyerek buraya Revhâ adını verdi. Daha sonra vefat eden bir kimsenin nereye defnedileceği sorulduğu zaman Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Âhirete ilk gidenimiz olan Osman b. Maz‘ûn’un yanına” buyururdu. Ensar’dan Bakı‘a ilk defnedilen ise Es‘ad b. Zürâre’dir (r.a.).

Âlemlere Rahmet Efendimiz (s.a.v.), oğlu İbrâhim vefat edince, aynı yere defnedilmesini emretti; kabrinin üstüne su döktü ve buraya Zevrâ adını verdi. Bunun üzerine Medine’deki her kabile Cennetü’l-Bakı‘da kendileri için bir yer ayırdılar. Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) kızlarından Rukiyye ve Zeyneb (r.anhuma) de buraya defnedildiler; sonradan Hz. Fâtıma ile oğlu Hz. Hasan (r.anhuma) da Bakı‘a gömüldüler. Kerbelâ’da şehid edildikten sonra Dımaşk’a götürülen Hz. Hüseyin’in başı Yezîd tarafından Medine’ye gönderilince annesinin yanına defnedildi. [İbn Sa‘d, Tabakat, 5, 238] Rasûl-i Zîşân Efendimizin (s.a.v.) amcası Hz. Abbas ile halası Safiyye bintü Abdülmuttalib (r.anha) ve bazı torunları da burada yatmaktadır. Bakı‘a defnedilenler arasında, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) “benim ikinci annem” dediği Hz. Ali’nin annesi Fâtıma bintü Esed ile sütannesi Halîme, ezvâc-ı tâhirattan başta Hz. Âişe olmak üzere Hz. Hafsa, Ümmü Seleme, Zeyneb bint Huzeyme, Zeyneb bint Cahş, Safiyye, Reyhâne ve Mâriye (r.anhunne) bulunmaktadır. Cennetü’l-Bakı‘a birçok sahâbî yanında Ehl-i Beyt’in ileri gelenleri, tâbiîn neslinden birçok kimse defnedilmiştir. Sahâbîlerden ise Halife Hz. Osman, Abdurrahman b. Avf, Sa‘d b. Ebû Vakkas, Abdullah b. Mes‘ûd, Suheyb b. Sinân ve Ebû Hüreyre (r.anhum) hazerâtı zikredilebilir.

Hz. Âişe validemizin (r.anha) rivayetine göre Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) zaman zaman Cennetü’l-Bakı‘a gider ve orada medfun bulunanlara dua ederdi. Bazı cenaze namazlarını burada kıldırırdı. Habeşistan hükümdarı Ashame’nin gıyabî cenaze namazını da Bakı‘da kıldırmıştı. Bazan ordularını buradan sefere uğurlardı.

Hz. Hasan ile Hz. Abbas’ın (r.anhuma) kabirlerinin üzerine Hicrî 529 / Miladî 1135’de Müsterşid-Billâh’ın emriyle, bir kapısı ziyaret için hergün açılan iki kapılı yüksek bir kubbe ve türbe yapılmıştır. Eyüp Sabri PaşaKubbe-i Ehl-i Beyt adı verilen bu türbenin türbedarlık ve bevvâblık (kapıcılık) vazifesinin padişah beratı ile Şâfiî müftüsü Seyyid Ca‘fer b. Süleyman el-Berzencî (rahmetullahi aleyhim) nesline verilmiş olduğunu zikreder. [Bkz. Mir’âtü’l-Haremeyn, 2, 982] Hz. Osman’ın (r.a.) kabri üzerine de 601 /1205’yılında Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin (r.aleyh) emriyle bir kubbeli türbe yapılmıştır. Evliya Çelebi merhum, Bakı‘da türbesi bulunanların isimlerini zikrettikten sonra, sandukalarının altın işlemeli yeşil atlasla örtülü olduğunu; türbedârların “öd-i mâverdî” yakarak ziyaretçilere güzel koku sunduklarını; Hz. Âişe’nin (r.anha) türbesinin Kanûnî Sultan Süleyman (r.aleyh) tarafından 1543’te yenilendiğini, ayrıca Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.), annesi Hz. Âmine’yi Ebvâ’dan buraya süt annesi Halîme’nin yanına hicretin 6. yılında nakletmiş olduğunu haber vermektedir.

1806 yılında Suûd b. Abdülazîz Medîne-i Münevvere’yi istilâ edince, Cennetü’l-Bakı‘daki mezar taşlarını ve türbeleri yıktırdı; II. Abdülhamid Hân (rahmetullahi aleyh) bunları yeniden yaptırmışsa da, 1926’da Suûdîler’den Abdülazîz b. Suûd türbe ve mezarları yeniden yıktırmıştır. Bugün hiçbir türbe ve mezar taşının bulunmadığı Bakı‘ yine mezarlık olarak kullanılmaktadır.

2- “Mâsun” şeklindeki bir ifade yanlış olur. Mesela ‘Cenab-ı Hak mâsun eylesin’ denilmez, ‘korunan saklanan’ mânâsında ‘masûn eylesin (korusun, hıfz u himaye buyursun)’ denilir.

3- Evet, Sarf ilminde rubâîlerin üçüncüsü olan "mufâale" bâbının ikinci masdarı "fîâlen" gelir. Ancak bu, Yemen halkının lûgatında vardır, umumî istimâlde pek görülmez. [Bkz Kitâbü'l-Binâ fi's-Sarf, s. 6 (umumi s. no: 215)] O bakımdan “misâl” lafzını, ‘mîsâl’ şeklinde yani mim’in önünde bir  ile çekip uzatarak telaffuz etmek galât olur, meşhur ve yaygın bir kullanış da değildir. Nitekim aynı hata ekseriyetle ‘mizâh’ kelimesinde de ‘mîzah’ diye yine mîm harfi çekilerek yapılmaktadır. Halbuki bunun da edebî ve doğru kullanımı mîzah değil, ‘mizâh’tır.

4- “Şarj” kavramı Fransızca bir isimdir ve dolmak anlamındadır. Binaenaleyh bu kelimenin de ‘şarz’ şeklinde kullanılmasının yanlış olduğu açıktır.

5- Esas itibariyle din âlimi tevâzuyu gözetip “ben” yerine “biz”dilini kullanmalıdır.

Kısacası vaizin-nasihatçinin konuşmasında dikkat etmesi gereken hususlardan biri de tevâzudur. Tevâzunun topluma yansıması ise insanlarla yakından ilgilenme, sevinç ve üzüntülerini paylaşma, büyüklere saygı, küçüklere sevgi gösterme şeklinde tezahür etmesi gerektiği gibi, ayrıca vâiz konuşmasında mutlaka;

Ben” yerine “Biz” dilini kullanmalıdır. Mesela dinin emir ve yasaklarına uyma hususunda “yapmalısınız, gözetmelisiniz” gibi ifadeler yerine, “yapmalıyız, gözetmeliyiz” veya “yapmamalıyız, dikkat etmeliyiz” gibi ifadeleri tercih etmelidir.

Zira “ben” dili insanda, vücud ve enâniyet hissinin bir mahsulüdür, neticesidir. Vucûd, varlık demektir. Tasavvufta, insanın kendinde bir varlık görmesi, yani kibir mânâsınadır ki, kula yakışmaz. Nitekim Arapça bir şiirde mealen, “Senin vucûdun öyle bir günahtır ki, başka hiçbir günah onunla mukayese edilemez” denilmiştir. Zira hakiki varlık, Cenâb-ı Hakk’ın varlığıdır. 

Enâiyet veya enâniyet de, kişinin “ben” demesidir, kendisinde varlık hissetmesidir. Tasavvufta, insanın nefsine varlık tanıması, her şeyi kendisine bağlayıp dayandırmasıdır. “Ben yaptım, ben ettim, ben şuyum, ben buyum...” gibi ki, -Allah korusun- çok kötü, pek çirkin ve o denli de tehlikeli bir huydur. 

Go to top