Esselamu aleykum halis hocam. Bi Beytulmalı, vakıf malı kimler kullanabilir, kime verilir? sayfanızda bulamadim. Abdullah Güler – Elazığ

*******

Ve aleykümü’s-Selâm kardeşim;

1. Beytü'l-mâl; ilk olarak Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) tarafından kurulan ve gelir kaynakları ile sarfiyat yerleri şer’î / dinî hükümlerle tayin edilmiş, İslâm devletinin hazinesidir

Bilindiği üzere ‘beyt’, Arapça ‘ev’ anlamında olup, "beytü’l-mâl" de mal evi, hazine dairesi demektir. İslâm fıkhında devlet hazinesi ve mâliye dairesine, “beytü’l-mâl” adı verilmiştir. Beytü’l-mâl tabiri ile hem devletin maliye işlerinin idare edildiği bina, hem de devlet hazinesi kasdedilir. Bu tabir ilk zamanlarda sadece mücerret bir kavram iken, Hz. Ömer’in (r.a.) hilâfeti zamanında daha belirgin bir duruma kavuşturulmuştur.

Beytü'l-mâl'in gelirleri nedir, sarf yani harcama yerleri nerelerdir?

Şurası muhakkak ki, İslâm hukukunda ülû'l-emr'in mü'minlerin üzerindeki velâyeti kesindir. Dolayısıyla ibadetlerin edâsı hususunda insanları teşvik etmek ve onların ihtiyaçlarını gözetmek borcundadır.

Beytü'l-mâl'in başlıca dört çeşit gelir kaynağı vardır. Bunları izah etmeden önce, İbn-i Abidîn'de beyan edilen şu hüküm üzerinde duralım: 

"Devlet reisinin (ülû'l-emr'in) her nev'e mahsus (özel bir) beytü'l-mâl yapması icap eder. Kendisi bunların birinden ödünç alıp, diğerine sarf edebilir. Nafaka verdiği kimselere, ihtiyacına, fıkıh / ilim ve faziletine göre verir. Bunda kusur ederse, Allah kendisini hesaba çeker. Şurunbulâli hazretleri Risâlesinde şöyle demiştir:

"Ulemânın beyan ettiğine göre, her nevi mal için hususi beytü'l-mal yapmak (hesap kitap uygulamak) ve bu malları birbirine karıştırmamak vaciptir." [İbn-i Abidin, Reddü'l-Muhtâr,  İstanbul, 1983, 4, 159] Bunları naklettikten sonra şimdi de İslâm devletinin başlıca dört çeşit gelir kaynağı üzerinde duralım.

(1) Zekât ve öşür gelirleri… Zekâta tâbi olan mallar emvâl-i zâhire (gizlenmesi mümkün olmayan mallar) ve emvâl-i bâtına (gizlenmesi mümkün olan mallar) diye iki kısma ayrılır.

Emvâl-i zâhire; ekinler, meyveler, zekâta tâbi hayvanlar ile bir yerden diğer bir yere ticaret için taşınan mallardır. Bu tür malların zekât, öşür ve vergilerini, âmiller-memurlar vasıtasiyle devlet alır. Tüccarlar, ticaret mallarını bir şehirden diğer bir şehre naklettikleri takdirde, kendilerinden muayyen miktarda vergi alınır. Ticaret vergisi sadece Müslümanlardan değil, İslâm ülkesinde yaşayan zimmî’lerle müste’men (pasaportlu) durumda olanlardan da alınır. Ancak bu vergi Müslümanlardan kırkta bir; gayrimüslimlerden ise yirmide bir alınır. [Bilmen, Ömer Nasuhi, Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, IV, 92-96]

Emvâl-i bâtına ise, sahiplerinin evlerinde veya iş yerlerinde bulunup gizlenmesi kabil olan altın ve gümüş ile ticaret mallarından ibarettir. Bu tür servetin zekâtı da başlangıçta İslâm devleti tarafından toplanılıp ilgili yerlere sarfediliyordu. Hz. Osman’ın (r.a.) hilâfeti zamanında İslâm devletinin sınırları genişlediği ve Müslümanların sayısı çoğaldığı için, bu nevi malların zekâtının devlet memurları tarafından toplanması güçleşmiştir. O bakımdan bu tür malların zekâtını vermek Müslümanlara havale edilmiştir.

Şu halde devletin zekât ve öşürünü alacağı mallar:

a) Koyun, keçi, sığır, manda ve deve gibi mera hayvanlarından alınacak zekât.

b) Öşre tâbi arâzinin (arâzi-i öşriyye) mahsulünden alınan vergiler. Öşre tâbi arâzi, vaktiyle Müslümanlar tarafından fethedilmiş olup mücahidlere veya diğer Müslümanlara temlik edilen arâzidir. Bu nevi araziler yağmur, dere veya nehir sularıyla sulanıyorsa mahsulünün onda birini; kova veya dolapla (elektrikle-motorla) sulanıyor yahut su para ile alınıyorsa yirmide birini devlet alır.

Bunların kimlere verileceği / harcanacağı fıkıh kitaplarında belirtilmiştir. Detaylar için bkz. http://www.halisece.com/zekat/352-zekatin-verilecegi-harcanacagi-kisiler-ve-muesseseler.html

(2) Ganîmetlerin, madenlerin, eskiden kalma hazine ve definelerin (Rikaz'ın) beşte biri!.. Bunların sarf yeri kısaca; fakirler, kimsesizler, muhtaç olan yetimler ve yolda kalan garib kimselerdir.

(3) Haraç, cizye ve kâfirlerden sulh yoluyla alınan vergiler, ticaretle meşgul olan zimmîlerden ve harbîlerden alınan mallar. Bunların sarf yerleri cihad, kale yapımı, mescid inşaatı, yol ve köprü, ribatlar, Vâli, Kadı, Müftü ve diğer memurların maaşlarına sarfedilir. İmam Serahsî'nin (rh.) Muhıyt'inde de bu mesele böyledir. Ayrıca bunlar ilim öğrenen ve öğretenlere de sarf edilir. Ebû Bekir el-Haddâd’ın (rh.), Sirâcü'l-Vehhac'ında da böyle anlatılmıştır.

(4) Lukâtalar (sahibi bulunamayan yitik mallar), vâris bırakmadan ölen kimselerin terekeleri, yalnız kocası veya yalnız karısı kalmış olan kimselerin ölümü halinde, hisselerinden (şer’an kendilerine düşen paydan) arta kalan mallar... Bu mallar; fakir olan hastaların tedavileri, kimsesi olmayan ölülerin kefen ve diğer masrafları, kazançtan âciz kalan kimselerin nafakalarına harcanır. Tahâvî şerhinde de böyledir. [Şeyh Nizamüddin ve hey’et, el Fetâva’l-Hindiyye, Beyrut, 1400, 1, 190-191]

Maalasef son yıllarda, özellikle günümüzde "Sigorta" kavramı üzerinde; tamamen hissî, aklî ve mantıkî iddialar ortaya atıldı. Bazı mü'minler; İslâm toplumunda sigorta ve emeklilik maaşının olmamasından yakınmaya başladılar! Eğer Beytü’l-mâl'in gelirleri ve sarf yerleri üzerinde dikkatle düşünülürse; İslâm toplumunda "ülû'l-emr" bütün mü'minler adına, ihtiyaç sahiplerinin meselelerini çözer. Zira Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), "Ülû'l-emr, velîsi olmayan kimselerin velîsidir" buyurmuştur. [Bkz. İbn Hümam, Fethu'l-Kadîr, Beyrut, 1316, D. Sadr Mtb., C. 4, Bh. 357]

Eğer günümüzdeki sigorta kavramı; güçsüzlük ve felâket anında insanları korumak için aynı kimseden daha önce belli meblâğlar taleb etmeye dayanıyorsa, mesele iyi düşünülmelidir. İslâm toplumunda her ferd, hiçbir ücret ödemeden bu imkâna kavuşmuştur. Mü'minler "Bey'at”la, Zimmîler de "Zimmet Akdi" ile lehindeki ve aleyhindeki bütün haklarını elde ederler. Fahr-i Kâinat Efendimizin (s.a.v.); "Herhangi bir mü'min ölürken borç bıraksa, onu ödemek bana aittir. Mal bıraksa o da veresesinindir" buyurmuşlardır. [Abdü'l-Latîfi'z Zebîdî, Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ankara, 1974, 7, 71; Ayrıca Sahih-i Müslim, İstanbul, 1401, Çağrı Yay. 2, 1237-1238, Kitabü’l-ferâiz, 4]

Esasen gayrimüslim olan kimselerin (zimmîlerin) herhangi bir musibet anında korunması da şarttır. Zira Rasûl-i Zîşân (s.a.v.), "Müslümanların lehine olan şeyler, onların da lehine, Müslümanların aleyhine olan şeyler, onların da aleyhinedir" buyurmuştur. [Molla Hüsrev, Dürerû'l-Hukkâm fî şerhi Gureri'l-Ahkâm, İstanbul, 1307, 2, 198] Dolayısıyla mal ile yapılacak olan ibadetlerin, hakkı ile edâ edilebilmesi için de, ülû'l-emr'e ihtiyaç vardır. Zekât'ın mânâ ve önemi ise açıktır. Nitekim zekât vermemekte ısrar edenlerle ilgili olarak, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) ortaya koyduğu tavır, hemen herkesin bildiği çok meşhur bir hadisedir. [Bkz. Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet]

***

2. Vakıf mefhumunun lafzından da anlaşılacağı üzere, yararlanılabilen bir malı kişinin mülkiyetinden çıkarıp, belli bir hayır için ayırması, sabitleştirmesi yani habs ve vakfetmesi (durdurması) demektir.

İslâm hukukunda ilk vakıf sayılan Hz. Ömer’in (r.a.) vakfıdır. "Satılmamak, hibe edilmemek, vâris olunmamak... üzere..." denilerek vakfedilmiştir. [Sevkânî, Neylü’l-Evtâr, VI/20] O halde vakıfta esas olan ebediliktir; yani, satılmaması ve değiştirilememesidir. Buna dayanarak fıkıh âlimlerimiz, şartnamesinde satma sözü edilmeyen vakıfların zaruret olmadıkça asla satılamayacağı görüşündedirler. Çünkü vakfedenlerin şartnameye koydukları meşrû şartlar, amel, mefhum ve delalet bakımından, Şâriin (şeriat koyucunun) nassı gibidir. Daha açık bir ifade ile vakfın mesrû şartnamesi, bağlayıcılık açısından Kur'ân-ı Kerim gibidir; uyulması gerekir. [Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-ı İslamiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, IV/266, 339, 345, 351]

Sahih ve lâzım bir vakfın şartlarını, vakfeden bile değiştiremez, tahsis edemez. Çünkü vakıf artık onun mülkiyetinden çıkmıştır. [Bilmen,Ö.N., a.g.e., IV/352] Ancak şartnameye değiştirme şartı koymuşsa değiştirebilir. [Bilmen, Ö.N., IV/353] Bu yetki şartnamede mütevelliye de verilebilir ve o takdirde onlar da değiştirebilirler. [ Bilmen, Ö.N., IV/354] Ancak şartname mutlaksa bir defa değiştirebilirler, "devamlı" kaydı konulmuşsa, devamlı değiştirilebilirler. [Bilmen, Ö.N., IV/354]

Vakfın satılmasına gelince… 

Satılıp, bedeliyle bir başka mal olarak onu diğerinin yerine koymaya, yani vakıf yapmaya "istibdâl" denir. Vakfın şartlarını vakfeden (vâkıf) dahi değiştiremeyeceği için, şartnamede satabilme şartı yoksa kendisi dahi satamaz. [Bilmen, IV/352] Ancak "satabilmek"ten maksat, satıp parasıyla yerine başkasını almaktır. Yoksa vakfın, yerine başkasını almamak üzere satılması caiz olmayacağından meselâ, vakfeden kendi ya da mütevellinin satabilmesi şartıyla vakıf yaparsa vakıf bâtıl olur. Çünkü bu, vakfın sona ermesi demektir. [Hilal er-Ra’y, 88-89-91] Halbuki vakıfta ebedîlik şarttır. [Bilmen, IV/312] Vakfin en efdali; en devamlı, en faydalı ve en çok ihtiyaç duyulanıdır. [Bilmen, IV/ 300]

Ama şartnameye, satıp, başkasıyla değiştirme şartı koyarsa bu caizdir. [Hilâl er-Ra’y, 91] Ancak bunun caiz olabilmesi de, şartnamede bulunmanın yanında, satın alınanın, değerde, satılandan aşağı olmamasına bağlıdır. Daha düşük değerde olursa caiz olmaz. [Ömer Hilmi (1842-1889),115; Bilmen, IV/ 355] Keza, şartnamede istibdâl yetkisi zikredilse, ama ne ile istibdâl edileceği zikredilmese mütevelli onu ancak değeri birinciden az olmayan bir akar ile istibdâl edebilir. [Ömer Hilmi, l15; Bilmen, IV/356] {Ömer Hilmi Efendi, Mecelle heyeti içinde yer almıştır; bilhassa son dört kitabın hazırlanmasında önemli hizmetleri görülmüştür. Mecelle’nin 13 ve 14. kitaplarında reîsü’l-müsevvidîn, 15 ve 16. kitaplarda Evkaf müfettişi müsteşarı unvanıyla mührü vardır. Ahmed Cevdet Paşa’nın fıkıhla ilgili meselelerde kendisine yapılan müracaatları Ömer Hilmi Efendi’ye yönlendirdiği nakledilir. Eserlerinden, derin bir fıkıh bilgisine ve sistematik hukuk tefekkürüne sahip olduğu aşikârdır.}

Vakfın gabn-i fâhişle (normal insanların düşmeyeceği bir aldanma ile) satılması halinde satış geçersizdir, vakıf devam eder. [Hilâl er-Ra'y, 93]

Vakfıyede mütevellinin vakfı satabilmeleri şartı olsa -şartnameyi değiştirmede olduğu gibi- bir defa satabilirler. Bedel olarak aldıklarını tekrar satamazlar. [Hilâl er-Ra'y, 95] "Devamlı" kaydı olursa satabilirler. [Bilmen, IV/356]

Vakfeden, birisine (mütevelliye) vakfı satma yetkisini vekâlet olarak verse, vakfeden ölünce vekâlet düşer. Öldükten sonrası için de izin vermişse satabilir. [Hilâr er-Ra'y, 98]

Şartnamede vakfın nukûd ile (parayla) istibdaline izin olsa yine satılabilir. Alınan bedel, meşrû bir yolla çalıştırılmak ve kârı tayin edilen yöne harcanmak üzere vakıf olarak kalır. [Bilmen, IV/356] Ancak bu mes'ele tartışmalı bir mesele olagelmiştir. Günümüzün enflasyonist şartlarında daha da naziktir. Olsa olsa -Allahu a'lem- değerini koruyabilecek bir para birimi ya da altın, ölçü alınarak olabilir. Şartnamede istibdal yetkisi yoksa vakıf istibdal edilemez; yani satılıp, yerine bedeli vakıf yapılamaz.

Ancak vakıf, şartnamede belirtilen gayesini gerçekleştiremez hale gelir ya da, yıkılır harap olursa veya geliri, masraflarını karşılamaz olursa -günümüz için- ilim ve amel ehli bir âlimin uygun görmesiyle satılabilir. Ancak satışta emsaline göre fâhiş fiyat farkı bulunmaması gerekir. [Bilmen, IV/ 355]

Vakfın satılmadan, değişik gaye ile kullanılmasına "tağyir" denir. Meselâ bir evi bostan veya dersane, bir hanı hamam yapma gibi. Şartnamede mütevelli için vakfın tağyiri yetkisi konulmuşsa yapabilirler, konulmamışsa yapamazlar. [Bkz. Bilme, Ömer Nasuhi, a.g.e, ilgili bölüm]

Vakıf malları ve sarfiyatı ile alakalı olarak ayrıca ve bkz.

http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2486-vakif-mali.html

Go to top