Selamün aleyküm hocam;
kanımca sizin de tanıdığınız yaşlı başlı tecrübeli tasavvufada bağı olduğunu sandığım, dini kültürüde oldukça yüksek bir yazarımız sürekli müslümanları ve özellikle de önder durumda olan kişileri tenkit yağmuruna tutuyor. bilmiyorum belki haklıdır. ama haksız olduğu yönleride bulunduğunu düşünüyorum. benim sormak istediğim, o tür eleştiriler kimi zaman başımızdaki sorumlulara karşı bizde de oluyor. bu durumlarda ne yapmalıyız, davranış biçimimiz nasıl olmalı, kardeşlerimize ne söylemeliyiz? nakşi müceddidin yolu piranının bu konudaki tavsiyesi nedir ya da nelerdir? İsim saklı
*******
Ve aleyküm selam hocam;
Malumunuz olduğu üzre bahis mevzuu mesele tamamen tarikat âdâbıyla alakalı bir husus. O bakımdan sizin de sorunuzda işaret ettiğiniz gibi, bunun cevabını herhalde pîrânımızdan almak en doğru, en isabetli yol olur. Biz de bu usûle uyalım ve tarikat edebinin icabı sözü onlara bırakalım.
Bakınız bu mübarek yolun, yani Tarikat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye-i Müceddidîn kolunun 23. Halkasını teşkil eden… Ve ülû’l-azm peygamberlere mukabil gelen 5 büyük zevattan biri olan… Hicrî II. bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretleri, söz konusu hususlarda müntesiplerine, dolayısiyle kıyamet sabahına kadar gelecek bu yolun mensuplarına hangi ikaz ve nasihatlerde bulunuyorlar. Bunları dikkatle okuyup gösterilen istikamette hareket etmeye azami gayret ve itinayı göstermemiz iktiza ettiğine inanıyorum. Zira aksi yöndeki davranışların, manevi cihetten helâk ve husrâna sebebiyet vereceği muhakkaktır.
Buyrun birlikte okuyalım.
***
Maneviyatta kabız hali ve bu esnada ruhsatlarla meşgul olmak
“…Bazı arkadaşlarımız defalarca yazdılar: ‘Mîr’in (Muhammed Nûmân), bu günlerde müridlerin hallerine iltifâtı (ilgisi) az imiş (onlarla pek alâkadar olmuyor) ve inşaat işleriyle meşgul olmaktaymış. Bağış ve yardım paralarını inşaat giderlerine harcıyormuş. O yüzden fakirler mahrum (yoksun ve yoksul) kalıyormuş’.
Mektuplarında bu mukaddimeleri yazmışlar (bu noktayı öne çıkarmışlar). Bu yazdıklarından itiraz şâibesi (lekesi-düşüncesi, art niyeti) ve inkâr kokusunun yayıldığı anlaşılıyor.
İyi bilsinler ki; bu tâifeyi inkâr etmek (onların nasihatlerini, amellerini, şahit oldukları güzel hallerini kabul etmemek), öldürücü bir zehirdir. Bu büyüklerin işlerine-yaptıklarına ve söylediklerine itiraz etmek, ef‘â yılanının zehiri (gibi)dir; ebedî ölüme ve sonsuz helâke sürükler. Üstelik bu inkâr ve itiraz şeyhe yönelik ve şeyhin incinmesine sebep olursa, o zaman varın siz düşünün bunun keyfiyetini (felaketin büyüklüğünü)!
Bu tâifeyi inkâr eden, onların berekâtınden mahrumdur. Onlara itiraz eden / karşı gelen, bütün zamanlarda zarar ve husrân içindedir.
Şeyhin bütün hâl ve hareketleri müridin gözünde hoş ve güzel görünmedikçe, onun kemâlâtından nasip elde edemez / pay alamaz... Nasiplense de, bu istidrâc olur. Bunun da sonu helâk ve felaket, rezâlet ve yıkımdır! [İstidrâc hakkında detaylı bilgi için bkz. http://www.halisece.com/akaid/381-evliyanin-kerameti.html ]
Mürid şeyhini tam bir muhabbet ve ihlâsla sevdiği halde, şayet içinde ona karşı kıl kadar da olsa bir itiraz gücü (muhalefet hissi) bulursa, iyi bilinsin ki; bu mahv olmaktan, husrâna uğramaktan, şeyhin kemâlâtından mahrum kalmaktan ve rezil olmaktan başka bir şey değildir.
Farz-ı muhâl (söz gelimi) şeyhin yaptığı işlerden biri hakkında kalbine bir şüphe gelir ve bunu da içinden kovup atamazsa, mürid inkâr düşüncesinden ve itiraz şâibesinden uzak bir şekilde şeyhine gelip ondan açıklama istesin. Çünkü bu zamanda haklıyla haksız iç içe geçmiş ve (doğru ile eğri) birbirine karışmıştır.
Eğer şeyhten ara-sıra / bazan şeriate muhalif bir iş zuhur ederse, müridlerin, o hususta onu taklit etmemeleri icap eder. Bilakis imkân nisbetinde hüsn-i zan ile (iyi niyetle iyiye) yorumlayıp, bunun geçerlilik sebebini aramalı (ilmî-şer’î müstenidatını araştırmalıdır). Şayet doğru bir taraf ortaya çıkmıyorsa, Hak sübhânehu’ya sığınıp, yalvarıp yakararak bu belayı onlardan def etmesini (meselenin kendileri için açılıp tebellür etmesini) istemeli ve yine dua ve göz yaşıyla Hak Teâla’dan şeyhin selâmet ve âfiyetini talep etmelidir.
Eğer müridin içinde, şeyhin, mubah olan bir işi yapması hususunda bir şüphe oluşursa, bu şüpheye itibar edilmez ve o sebeple şeyh ayıplanmaz. Çünkü her şeyin sahibi, saltanatı yüce olan Hak sübhânehu mubahın işlenmesini yasaklamamış ve onu işleyene itiraz etmemiş iken, O’ndan başkasına, kalkıp kendi nefsinden hareketle mubaha itiraz etmesi nasıl caiz olur? Nice yerler vardır ki, oralarda evlâ olan bir şeyi terk, yapılmasından daha hayırlı olur. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Muhakkak ki Allahu Teâla, ruhsatlarının işlenmesini sevdiği gibi, azîmetlerinin işlenmesini de sever.” [İbn Hibbân, el-Müsnedü’s-Sahîh, Hadis no: 354; İbn Ebî Şeybe, Musannef, H. no: 26475; Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Evsat, H. no: 8036; Farklı lafızlarla rivayeti için bkz. İmam Ahmed, Müsned, Hadis no: 5866]
Mademki Şeyh Mîr’de müfrit bir (aşırı derecede mânevi) kabız hâli var; (bu durumda iken) şayet müridlerin hallerine iltifat etmez, onlarla ilgilenmez ve tesellisini bazı mubah işlerde ararsa, ona itiraz etmek nasıl caiz olur? [Maneviyatta kabız hâlinin açıklaması için bkz. http://www.halisece.com/tasavvuf/21-rabita1/321-yollarin-en-kestirme-olani-rabita-yoludur.html ]
Şeyh Abdullah İstahrî (k.s.), kendisini sâkinleştirmek için av köpekleriyle birlikte çöle gidip avlanırdı. Şeyhlerden bazıları da sükûneti sema‘ ve nağme[*] seslerinde arardı…” [Mektubat, Fazilet Neşriyat, Kıral Matbaası, İstanbul, yyy., 1, 313]
Dipnotlar
[*] Sema‘; lûgaten dinleme, işitme, kulak verme anlamlarına gelir. Tasavvufta ilahileri dinleme, dinî mûsikî(!)yi dinleme; makam ve nağme ile okunan dinî metinleri dinleme; raksetme, devrân etme (dönme), dinlenen dinî mûsikînin tesiriyle coşup dönme demektir. Dinleyene, söyleyene, maksada ve güfteye göre semâ‘ın birçok çeşitlerinden bahsedilmiştir. Bir kısım sôfilere mesela İmam Kuşeyrî’ye (k.s. d. 376 / 986 - 465 / 1072) göre semâ‘ Hak’tan gelen ve insanları Hakk’a çağıran bir mesajdır. Onu iyi niyetle dinleyen maksada erer. Sema‘ mü’minin imanını, kâfirin küfrünü artırır. [Kuşeyrî, er-Risâle, Kahire, 1966, s. 151]
Mûsikî hey’eti (mutribler) refakatinde belli bir düzen dâhilinde icra edilen Mevlevî âyinine sema‘ bu âyine katılan dervişlere semâ-zen, âyinin icra edildiği yere semâhâne denir. [S. Uludağ, İslâm açısından mûsikî ve sema‘, İstanbul, 1976; Ayrıca İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretlerinin değerlendirmesiyle sema‘ nedir, bkz. Edebiyat ve Şiir, Tasavvufta Raks, Semâ, Teganni-Musiki başlıklı makalemiz.]
Nağme; 1. Lûgatte güzel, âhenkli / uyumlu ses demektir. ‘Boyuna Arapça’yı andırır bir nağme mırıldanıyor.’ cümlesinde olduğu gibi. 2. Mûsikî’de ezgi, melodi anlamındadır. Enis Behiç Koryürek’in ‘Berrak bir nesim ile ürperdi gölgeler / Yıldızlar eski demlere bir nağme besteler’ mısralarında olduğu gibi. 3. Mecâzen de, birinin yalandan ve nazlanarak söylediği söz manasında kullanılır.