Halis ECE

Kulu Allâh’a götüren yolların içerisinde, râbıta yolundan daha yakın bir yol yoktur. Faydalanmak itibariyle mürid için, bir zorlama ve uğraşma olmadan şeyhe râbıtanın husûlü, mürid ile mürşid arasındaki münâsebetin tam olduğunun alâmetidir. İşte bu münâsebet, ifâde ve istifâde (faydalı olma ve faydalanma) sebebidir. Binâenaleyh, gâye ve maksada kavuşmada aslâ râbıta yolundan daha yakın (daha kestirme) bir yol yoktur. Bu devlet ile mes‘ûd olan (râbıta nimetiyle saâdete kavuşan) kişiye ne mutlu!..

Hâce Ahrâr (k.s.) Fıkarât isimli eserlerinde, “Faydalanmak itibariyle delîlin gölgesi, Hak sübhânehûnün zikrinden evlâdır” buyurdu. Yani mürid için delîlin gölgesi (mürşidine râbıtası) zikirle meşgul olmasından daha iyidir. Zira râbıtasız zikir, zikrolunan Zât’la (c.c.) tam bir münâsebet meydana getirmez ki, mürid, zikir yolu ile tam bir fayda temin edebilsin...(1)
***
Önceki yazılarda da da îzâh olunduğu üzere, râbıta; tam bir muhabbetle pîr’in sûretini, istifâde ve istifâza mülâhazasıyla (faydalanma ve feyizlenme düşüncesiyle), kalben tasavvur etmektir... Şahsen görülmemiş ise, rûhâniyyetini tahayyül eylemektir.

Allah’a (c.c.) kavuşturan yolların, fenâ’dan evvel [fenâ fillah, yani Allah’ta fâni olma mertebesinden önce] en tesirli ve en faydalı olanı budur. Bu nisbet; muktedî ile muktedâ arasında şiddetli münâsebeti, muktedâ’daki ulûm ve maârifin cezbini, a‘zamî istifâde ve istifâzayı îcap ettirir. [Yani bu bağlılık, tâbi olan kişi ile kendisine uyulan zât yani mürid ile mürşid arasında çok kuvvetli bir alâkayı, mürşiddeki ilim ve ma‘rifetleri letâifine çekmeyi, ondan en üst derecede faydalanmayı ve feyizlenmeyi gerektirir, bütün bunlara vesîle olur.] Onun için, “Râbıta yolu, yolların en yakını” denilmiştir.(2)
***
Râbıtada kalbe feyz gelmesinin zâhirî alâmet ve bedenî emâreleri şunlardır:

√ Kalbden vücûda bir sıcaklık dağılır.

√ Ciltte bir yumuşaklık meydana gelir.

√ Râbıtadan sonra insanın üzerinde bir ferahlık olur. 

√ Ağzında bir tat husûle gelir.

√ Râbıtaya oturduğu zaman râbıtadan ayrılmak istemez.

√ Ağlamadığı halde gözlerinden sıcak ve tatlı bir yaş gelir.

Yukarıda anlatıldığı usûl üzere râbıta-i şerifeye devam eden sâlik; kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ, nefs-i nâtıka ve nefs-i külllî mertebelerine ulaşır.
***

RÂBITADA FÜTÛR

Râbıta nisbetinin fütûruna sebep olan, yani mânevî zayıflık-gevşeklik ve feyz alamamaya yol açan hususlar, tâatle iltizâza (ibâdetlerden zevk ve lezzet alabilmeye) da mânidir.

Fütûrun sebebi, bazan mânevî kabız hâlidir; bazan ise -az da olsa- zellelerin irtikâbı (ufak-tefek hata ve yanlışların işlenmesi, mânevî bakımdan sürçmelerin, kaymaların olması) sebebiyle meydana gelen küdûrât (bulanıklık)tır.

Birinci sebep, yani kabız hâli kötü değildir... Hatta bu, tarîkat sülûkünde lüzumlu ve gerekli olan hâllerdendir.

İkincisinin ârız olmasında (meydana gelmesinde) ise, bundan kurtulmak için; Allah sübhânehûnün keremi ile, küdûrâtın eseri kalkıncaya kadar tevbe ve istiğfâra devam etmek lâzımdır. Küdûrâtla kabız arasını ayırdetmek de, dikkatli nazar yani hassas ve itinalı bir görüş ister. Onun için, her zaman ve her vaziyette tevbe faydalıdır.(3)

Nakşibendî yolu büyüklerine göre bu mânevî kabız hâli, yağmurun ardından havanın açıp bitkilerin güneşten istifâde etmesi gibidir. Zira devamlı yağan bir yağmur, bitkiyi çamura boğar, fayda yerine zarar verir, çürütür. O bakımdan havanın bazan da açması gerekir.

Ancak bu mânevî tıkanıklık hâlinin de, on güne kadar olan süresi normal kabul edilmiş; şayet on günü aşacak olursa, mutlaka tevbe ve istiğfâr ile, hususiyle de fiilî istiğfar olan tesbih namazıyla bu sıkıntıdan kurtulmaya gayret edilmesi tavsiye edilmiştir.
***

RÂBITA NİSBETİNİN DEVAMLI OLUŞU

Bu hususu İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretleri, yazdıkları bir mektupta şöyle izah ediyorlar:

Hâce Muhammed Eşref, râbıta nisbetinin devamlı oluşundan bahsediyor ve diyor ki: “Râbıta nisbeti, beni o kadar istilâ etti ki; namazda onu kendimin mescûdü görüyorum. Onu bertaraf etmek istesem de, aslâ mümkün olmuyor!”

Ey muhib!(4) Şüphesiz bu devlet (bu çok büyük nimet), tâliblerin temennî ettikleri bir devlettir. Bu da ancak, binde bir kişiye nasîb olur... Bu muâmelenin sahibinin ise, tam bir münâsebete (mânevî bağlılığa, râbıtaya) istîdâdı vardır... Ve muhtemeldir ki, kendisine iktidâ edilen zâtın yani şeyhinin az bir sohbetiyle, onun bütün kemâlâtını cezbedebilir (kendi letâifine çekebilir).

Muhakkak ki râbıta hâli, mescûdün leh değil mescûdün ileyhdir...(5) Binâenaleyh (ibâdet ve tâatler için birer vesîle olan) mihrabları ve mescidleri reddetmediğin halde, (Allâh’a vuslata vesîle olan) râbıtayı nasıl nefyeder, ondan kurtulmaya çalışırsın?!

Bu devletin zuhûru ise, ancak saîdler zümresine müyesser olur... Tâ ki râbıta sâhibi, bütün hâllerde vâsıtasını-mürşidini bilsin ve her vakit ona müteveccih olsun, yani ona yönelip ma’nen onunla birlikte bulunsun.

Bu saâdet, öyle bir devletten nasîbi olmayanlara ve kendilerini bundan müstağnî addederek (buna ihtiyaç duymayarak) teveccüh kıblelerini (yönlerini, istikametlerini) şeyhlerinden başka taraflara çevirip amellerini zâyi edenlere (yaptıklarının ecrini kaybedenlere) nasib olmaz!(6)


DİPNOTLAR
(1) Şemseddin Nûrî, Miftâhu’l-Kulûb. s, 6.
(2) el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 1, 187
(3) Salâhuddîn İbn-i Mevlânâ Sirâcüddîn (k.s). a.g.e., s. 65.
(4) el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 3, 107.
(5) Muhib; âşık, seven, dost mânâsınadır. Tasavvufta, tarîkate ilk giren, yeni mürid olan demektir. Muhibbin derecesi yükselince derviş olur.
(6) “Mescûd” secde edilmiş, kendisine kulluk edilmiş mânâsınadır. Mescûdün leh, kendisine secde edilmiş olan; hakikat-i Ka‘be, Allah (c.c.)... Mescûdün ileyh, kendisine doğru secde edilen; sûret-i Ka‘be, kıble demektir ki; ilki gâye ve maksat, ikincisi ise vesîle ve vâsıtadır. Kezâ tasavvufta râbıta da gâye değil, Allâh’ın nûrunu letâifimize çekebilmek için bir vâsıtadır, vesîledir.

Go to top