Selamün aleyküm muhterem hocam. Işık yayınlarından çıkan M.Asım Köksal'ın İslam Tarihi isimli eserinde Rasulullah s.a.v efendimiz ile Ebu Leheb arasında geçen bir hadise nakledilmektedir. Ebu İshak'tan intihal edilerek anlatılan bu hadisede Ebu Lehebin Efendimizi s.a.v himayesine aldığı vakit müşriklerin git sor bakalım senin baban hakkında ne diyor şeklindeki sualine istinaden Efendimiz s.a.v'e sual ediyor ve Rasulullah s.a.v efendimiz de Abdulmuttalib de Abdulmuttalib gibi puta tapa tapa ölenler de cehennemdedir şeklinde bir cevap veriyor diyor. Bizim farklı kitaplardan okuduğumuz ve bildiğimiz Efendimiz s.a.v efendimizin dedesinin hanif dini üzere olduğu cihetinde. Bu hususla alakalı olarak sizin malumatınız var mıdır? Teşekkür ederim şimdiden...
Soru: cihan tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Ve aleyküm selam.
Keşke adını zikrettiğin kitabın yazarını, yayınevini ve eserin yyy ile cilt ve sayfa numarasını, hatta o kısmın resmini de kaydedebilseydin… Naklin daha sıhhatli olurdu.
Ama hakikaten metin, orada ve orada gösterilen kaynakta kelime be kelime böyle ya da mefhum olarak burada yazdığın manayı müfid ise, bu sözü te’vil edip iyiye hamletmemiz iktiza eder, münasip olan yol ve usûl bu olur, edep bunu gerektirir. Öyle ya, nice ayet ve hadisleri te’vil ediyoruz da bunu mu te’vil etmeyeceğiz?!
Binaenaleyh o sözün manası, ‘Puta tapa tapa ölen, kim olursa olsun Cehennem'dedir… Hatta o kişi ceddim Abdulmuttalib dahi olmuş olsa, bu yine böyledir’ demektir diyebiliriz.
Hz. Fâtıma’ya radıyallâhu anha
Bu söz aynen, Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) pâk evladı Hz. Fâtıma’ya (r.anha) hitaben söylediği, “Ey kızım Fâtıma! Babam Nebî / Peygamber diye sakın güvenme. Rabbine (c.c.) karşı kulluk vazifeni yap. Eğer Allah’tan nefsini satın alamazsan, vallâhi ben bile seni kurtaramam.” [Müslim, Sahih, İman 89, Hadis no: 351] ikaz cümleleri gibidir. Bunun ötesinde bir şey düşünmek, tasavvur etmek muhâldir. Zira Fâtıma validemizin vaziyeti-âkıbeti, mânevi derece ve mertebesi bırakınız mü’minleri, alâ melei’n-nâs mâlumdur.
Bu meselede lâyık hatta elyak-ensâb ve evfâk olan budur, bu te’vilde hiçbir mahzur da olmaz.
Dedeleri Abdülmuttalib
Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) dedeleri Abdulmuttalib, Hz. ibrahim ve Hz. İsmail'den intikal eden ve Haniflik adıyla bilinen dinî-İslâmî bir an’âneye tâbi, bu inanç ve ibadet manzûmesinin mü'mini-âmili idi. Keza imanın temel esaslarından olan ahirete, ahiret ceza ve mükâfatına inanan bir insandı. Şöyle derdi:
“Vallâhi, şu dünyanın arkasında bir dünya daha vardır ki, iyilik edenler orada iyiliklerinin mükâfatını görecekler, kötülük edenler de orada kötülüklerinin cezasını çekeceklerdir!” [Şehristânî, el-Milel ve'n-nihâl, 2, 240]
Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) anne ve babaları hiç şüphesiz kurtuluş ehlidir, Cennet ehlidir, iman ehlidir. Ve yine onlar gibi dedeleri de ehl-i necâttır. Cenab-ı Hak Habibinin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı re'fet ve rahmeti / şefkat ve merhameti elbette rencide etmez, boşa çıkarmaz. Bizim inancımız budur.
***
Abdulmuttalib’in başka isimleri ve bazı hasletleri
Abdulmuttalib’in, başka isimleri de vardır. Bunlardan birisi, başlıkta belirttiğimiz üzere Şeybe, Şeybetü’l-hamd idi. Saçlarının tepesinde bir miktar aklık olduğu için kendisine bu isim verilmişti. Abdülmuttalib’in diğer isimlerinden biri de Âmir’dir. Asil bir zattır. Hatta Mekke’de kıtlık olsa, onun hürmetine Allahu Teâla’dan yardım isterler ve yağmur yağardı. Bir gün Harem-i Şerif’te uyurken gördüğü rüyayı kâhinlere söylediğinde onlar:
“Senin neslinden bir çocuk doğacak; yer ve gök halkı ona iman getirecek.” dediler.
Ve yine Kureyş'in reisi olan bu zata rüyasında Zemzem kuyusu gösterilmiş ve bu işaret ve beşaretle, senelerdir yeri meçhul olan Zemzem tekrar ortaya çıkmış, onun şerefine de bir şeref daha katılmıştı.
***
Abdulmuttalib necât ehlidir
Hâsılı kelam netice-i meram; “Fetret devrinde gelen Abdulmuttalib hazretleri, Hanîf / İslâm dininden olup, ehl-i necâttır.”
“Fetret devri” demek, iki peygamber arasında geçen ve peygambersiz olan ara devredir. Bu durumda, Hâtemü’l-Enbiya Efendimiz’den (s.a.v.) önce her kavme müstakil peygamber gelme esasına binaen, iki peygamberin gönderilme müddetleri içinde yaşasa bile, önceki peygamber hususiyle kendilerine gönderilmeyen, yeni gelene de yetişemeyen kimse fetret devri insanı addedilir. Rasûlullahın (s.a.v.) ebeveyni, Hz. İsa Araplara gönderilmediği ve Efendimizin (s.a.v.) nübüvvetine de yetişmedikleri için fetret devri insanı sayılırlar. Ayet-i kerîme'de, kendilerine rasûl gelmeyen hiçbir kavmin sorumlu tutulmayacağı belirtilmiştir:
“Biz bir rasûl göndermedikçe azap da etmeyiz.” [İsra suresi, 15]
Kaldı ki, Hz. İbrahim'den bakiye kalan dinî bir an‘âne / gelenek, cahiliye devri Araplarında mevcut idi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) her yönden olduğu gibi, aile, asalet ve nesep bakımından da insanların en üstünü, en faziletlisi, en muhteremi ve en mümtazı / seçkini idi.
Bir seferinde sahabe-i kiram, kendisine nesebini sordular. Efendimiz (s.a.v.) şu cevabı verdi:
“Cenab-ı Hak mahlûkatı yarattı ve beni en hayırlılarından kıldı. Sonra iki milletten (Arap ve Arap olmayan) en hayırlısından kıldı. Sonra kabileleri ayırdı ve beni en hayırlı kabileden (Kureyş’ten) kıldı. Sonra aileleri ayırdı, beni de en hayırlı aileden kıldı. Ben şahıs olarak da, aile olarak da insanların en hayırlısıyım.” [Tirmizî, Sünen, Menâkıb, 1]
Bir başka hadis-i şerif de şöyledir:
“Ben devirden devire, aileden aileye intikal ile seçilerek âdemoğulları soyunun en temizinden naklolundum. Sonunda şu içinde bulunduğum Hâşimî câmiasından neş’et ettim (dünyaya geldim).” [Sahîh-i Buharî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, DİB Yayınları, Ankara, 1975, 9, 272]
Rasûl-i Zîşân Efendimizin (s.a.v.) ecdat ve atalarının hepsi de asil, temiz ahlâklı, dürüst kimselerdi… Tevhid dinine bağlı insanlardı. O’nun (s.a.v.) hayatını ve mücadelesini anlatan siyer kitaplarında genişçe kaydedildiği gibi, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) nûrunun intikal şekli Hz. İsmail’den (a.s.) başlar, sonra Kinâne’den Kureyş’e, Kureyş’ten Haşimoğullarına kadar gelir. Bu tertibin uzaktan yakına doğru geldikçe terakki ettiği görülür.
Tabakatü’l-Kübrâ sahibi İbn Sa'd (rh.), Fahr-i Kâinat Efendimizin (s.a.v.) anneleri hakkında şu bilgiyi verir:
“Rasûl-i Ekrem’in (s.a.v.) beş yüz kadar büyükannesini tesbit ettim. Bunların hiçbirisinde Cahiliye devri ahlâksızlıklarından ne bir zinaya, ne de başka bir kötülüğe rastlamadım.” [Bkz. a.g.e. ve m., 1, 60]
Yine siyer kitaplarında yer aldığına göre, Âlemlere Rahmet Efendimizin (s.a.v.) dedelerinin ve büyük annelerinin İbrahim aleyhisselâmın dini olan Hanîf / İslâm dini üzere bulundukları rivayet edilir ki, hiçbirisinin küfrün ve şirkin çirkinliklerine bulaşmadıkları bildirilir. Çünkü Cenab-ı Hak insanların içinden seçtiği, kendine dost-habîb ve rasûl ü nebî olarak kabul ettiği bir insanın neslini her türlü kötülükten koruyacak, ona hususi lutuf ve keremini ihsan buyuracaktır.
***
Abdülmuttalib'de Nûr-i Ahmedî
Hâsılı, Kureyş'in reisi Abdülmuttalib de nûr-i Ahmedî'den nasibini almıştı. O nûr kendisine çok üstün meziyet ve sıfatlar kazandırmıştı.
Uzun boyu, büyükçe başı ve heybetli görünüşüne; parlak yüzü, tatlı sözü, haya sahibi oluşu / utangaçlığı, nezaket ve üstün ahlâkı da bir başka güzellik katmıştı.
Sabırlı, akıllı, anlayışlı, mert ve cömertti. Yoksul insanların karınlarını doyurmaktan büyük zevk alırdı. Hatta bu cömertliğini, bu yardımseverliğini hayvanlardan bile esirgemezdi. Dağ başlarında aç susuz kalan kurdu-kuşu da düşünürdü.
Cahiliye karanlıkları arasında aydınlık yoldan ayrılmayan bahtiyarlardan biri idi. Allahu Teâla'ya bağlı ve âhiret inancına sahipti. Verdiği sözü ne pahasına olursa olsun mutlaka yerine getirirdi. Nitekim, Cenâb-ı Hakk'a verdiği sözü yerine getirmek için, en çok sevdiği oğlu Abdullah'ı bıçağın altına yatırmaktan bile çekinmemişti. Kureyşliler müdahale etmeselerdi, onu kurban edecekti.
Cahiliye devrinin çirkin âdetlerinden uzak durduğu gibi, başkalarını da bunları yapmaktan men‘ederdi. O zamanın zalim bir âdeti olan kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekten halkı sakındırırdı. Şaraptan, zinadan her zaman kaçınırdı. Bütün gücüyle Mekke'de zulme, haksızlığa meydan vermemeye çalışırdı. Misafir ağırlamaktan da büyük haz duyardı. Akrabalarıyla yakından ilgilenir, onlara şefkat ve merhamet gösterirdi. Bu büyük vasfı sebebiyle Kureyşliler ona "İkinci İbrahim" derlerdi. Ramazan ayı girince Hira Mağarasında inzivâya çekilip ibadetle meşgul olurdu. Bunu ilk defa âdet edinen de kendisi idi.
Amcası Ebu Talib ise Fahr-i Kâinat Efendimize (s.a.v.) iman etmemiştir. Ancak O’nu korumuştur. Cenâb-ı Hak onun bu hizmet ve fedakârlığını da elbette zayi etmeyecektir. Her ne kadar Hz. Abbas (r.a.), ölüm esnasında dudağının kımıldayıp, kardeşinin ağzına kulağını verdiğinde Kelime-i Tevhidi duyduğunu Peygamber Efendimimize (s.a.v.) söylemişse de, Efendimiz (s.a.v.), “Ben duymadım.” demiştir. Ebu Talib hakkında detaylı bilgi için bkz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/946-ebu-talip.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1184-ebu-talib-in-diriltilmesi.html
Rasûl-i Zîşân Efendimizin (s.a.v.) amcalarından Hz. Abbas ve Hz. Hamza (r.anhuma) ise iman etmiş, İslâm adına çok büyük hizmet ve fedakârlıklarda bulunmuşlardır.
***
Bu mevzuda geniş araştırma ve istifade için aşağıdaki temel eserlere müracaat edilebilir: