Hocam sa. Evvelen şunu sual etmek isterim; Hile-i şeriyye caiz midir? Saniyen; Nisab miktarı altına malik olan bir kadın nisab miktarının altına düşecek kadar altını kocasına hibe etse (mesela kolye), ancak bunu kullanmaya devam etse yine de zekat ödemesi icab eder mi?
Soru: hancikantas tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Vas kardeşim;
Dilerseniz meseleye, önce kelimenin lûgat mânâsını tahlil ederek başlayalım, sonra da izahına gelir, 'sonuç'a varırız.
“Hîle (ha-ye-lâm-heli te ile: hıyle)” lafzı, Arapça müennes isimdir. Cem’îsi “hıyel (hileler)” gelir.
Mânâlarına gelince;
a) Aldatacak tarz ve tertip, oyun, mekr, hud’a demektir. Mesela, ‘Bana hîle yaptı’, ‘oyunda hîle ediyor’ gibi.
b) Sahtekârlık; bir malın hâlisiyyet ve sâfiyetini (özünü-aslını) bozacak şey, kıymetsiz bir şey karıştırma: ‘Oralarda çıkan sâde yağa hîle yapmasalar, hîle karıştırmasalar emsâlsiz olur’, ‘Bu sirkede hîle vardır’ gibi…
Arabîde ekseriya çare ve tedbir mânâsiyle kullanılırsa da, lisanımızda o mânâ ile kullanılmaz. [Bkz. Şemseddin Sâmi, Kamûs-i Türkî, İqdâm, Dersaâdet, 1317, ilgili madde, s. 573]
Bu durumda hîle kelimesi zaten kendiliğinden iki mânâya ayrılmış bulunuyor:
1. Hîle-i bâtıla (bâtıl-bozuk hîle),
2. Hîle-i Şer’iyye (Şerîate uygun olan hîle).
Bu mesele fıkıh kitaplarımızda zikri geçen başlıklar altında ele alınmıştır.
Hîle-i bâtıla; haramı helâl, helâli haram yapma gayreti, bir emrin yapılmasını kurnaz fikirlerle önleme çabası, haksız mal kazanma çabası demektir ki, caiz değildir. Yalancılıktan ibarettir. Buna bir misâl:
Ülû’l-azm peygamberlerden Musa aleyhisselâmın şeriatında Cumartesi günü balık avlamak haram kılınmıştı. Sahilde yaşayan bir Yahudi kabilesi de deniz kenarına havuzlar yaptılar. Cumartesi günü kıyıya gelen semiz balıklar havuza takılıyor, bu tuzaktan kurtulamıyordu. Yahudiler de bu balıkları Pazar günleri avlıyordu. O kabile, bu davranışlarının sözüm ona -hâşâ- ‘Allah’ı aldatmak (!)’ demek olduğu hakkında kendi din adamlarınca ve peygamberlerince çok uyarıldılar. Fakat “Biz Cumartesi günü balık avlamıyoruz ki” diyerek yaptıkları hîleye sığındılar ve nezîrleri / uyarıcıları dinlemediler. Allahu Teâla da onlar hakkında şöyle vahyetti:
“Andolsun, içinizden Cumartesi günü(ne saygı göstermek) hakkında(ki dînî hududu balık avlamak suretiyle) çiğneyib geçen (Eyle’li)ler(in hallerini, başlarına gelenler)i de her halde bil(ib öğren)mişsinizdir. İşte biz onlara (Dâvud lisâniyle): ‘Hor ve zelîl maymunlar olun’ dedik, (üç gün sonra hepsi helâk oldu).” [Bakara suresi, 65]
Mensubu bulunduğumuz yüce dinimiz İslâmiyet; açıklık ve dürüstlük dinidir. Gerek Kur’an-ı Kerim’de gerekse Sünnet’te hîle yasaklanmıştır. Müslümanların özüne ve sözüne güvenilir dosdoğru bir insan olması, elinden ve dilinden kimsenin zarar görmemesi istenmiştir. Nitekim Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) bir gün Pazar yerinde dolaşırken, sattığı buğdayın ıslağını yığının altında gizleyen bir satıcıya hitaben, “Bizi aldatan bizden değildir” [Müslim, Sahih, İman, 164] buyurmuşlardır.
İslâm borçlar hukukunda, karşı tarafın aldanmasına ve zararına yol açan hîlenin, akdi feshetmede sebep / mâzeret olacağı bildirilmiş, kayda değer ölçüde aldanan tarafın akdi feshetme hakkının olduğu ifade edilmiştir.
Hîle-i Şer’iye ise, tasarrufları fıkha uydurmak, ortaya çıkan çeşitli şartları farklı çözümlerle dinimize uygun hale getirmek, muhtelif zamanlarda farklı sosyal davranışlar gösteren Müslümanları haram işlemekten kurtarmak için, yalan söylemeden, kimseye zarar vermeden ve dinin aslî ruhunu incitmeden ihtiyatlı yollar ve çözümler arayıp bulmak mânâlarına gelir. Bulunan çözümün meşrû ve dine uygun olduğu mânâsında Hile-i Şer’iyye denmiştir. Yoksa dinin haramlarını / yasaklarını, emir ve farzlarını hîle ve düzenbazlıkla değiştirme çabası Hîle-i Şer’iyye değil, hîle-i bâtıladır ve asla caiz değildir.
Hile-i Şer’iyyeye misâl: Hz. Eyyûb (a.s.), hastalığı esnasında kendisine hizmette kusur etmeyen vefalı ve sâdık hanımı Rahime’ye bir davranışı yüzünden kızmış ve “İyileştiğimde sana yüz değnek vuracağım” diye yemin etmişti. Gün geldi ve Eyyûb aleyhisselâm sağlığına-sıhhatine kavuştu. O durumda hem onu yemininde yalancı çıkarmamak, hem de vefalı eş Rahime’yi incitmemek için çözüm bizzat Allahu Teâla tarafından gelmişti. Buyurdu ki Mevlâmız: “Eline bir demet sap al da onunla vur. Yemîninde durmazlık etme’ (dedik). Biz onu hakikaten sabırlı bulduk. O, ne güzel kuldu! Hakikaten o, dâima evvâb (Allah’a dönen, O’na yönelmekte olan bir kul) idi.” [Sad suresi, 44] Böylece Hz. Eyyûb (as) çok ince çubuklardan 100 tane aldı, bir demet yaptı ve bu demetle kıymetli hanımına bir defa hafifçe vuruverdi.
İmam Ebu Yusuf (rh.) zamanında zengin fakat cimri bir adam, “Bir erkek evlâdım olursa boynuzu dört karış bir koç adak keseceğim” diye adamıştı. Gün geldi, adamın bir erkek evlâdı oldu. Adam boynuzu dört karış uzunluğunda bir koç aramaya başladı. Dağ-bayır, dere-tepe çoban aradı, sormadığı kimse kalmadı. Fakat adam dört karış boynuzlu bir koç bulamadı. Ne yapacağı hususunda âlimlere fikir danışmaya başladı. Fakat kimse bir çözüm bulamıyordu. Nihayet ona, “Sen İmam Ebu Yusuf’a git” dediler. Adam İmam Ebu Yusuf’a gelip derdini anlattı. Ebu Yusuf Hazretleri adamın zengin fakat cimri olduğunu biliyordu. Dedi ki:
- “Bir çözüm bulurum; fakat bir şartım var.” Adam:
- “Şartın nedir yâ İmam” dedi. İmam:
- “Sen zengin bir adamsın. Memleketin fakir çocukları için dört mektep ile bu mekteplerin her türlü masrafları için akar olarak dört dükkân yaptıracaksın” dedi.
Adam şartı kabul etti. Mektep ve dükkân parasını devlet hazinesine yatırdı. İmam Ebu Yusuf da talebelerinden birini gönderip uzun boynuzlu bir koç getirtti. Bir de beş yaşında bir çocuk çağırttı. Beş yaşındaki çocuğa koçun boynuzunu karışlattı. Gerçekten de çocuğun karışıyla koçun boynuzu dört karış gelmişti. İmam Ebu Yusuf:
- “İşte senin adadığın koç budur. Al götür” dedi. Adam koçu alıp gitti ve kesti.
Yine İmam Ebu Yusuf (rh.) zamanında hükümdar hanımına bir tartışma sırasında kızmış ve “Bu geceyi benim hüküm sürdüğüm topraklarda geçirirsen benden boşsun!” diye azarlamıştı. Fakat sonradan kızgınlığı geçince söylediğine pişman oldu. Ne yapacağını şaşırdı. Eşini bir geceliğine de olsa ülke dışına göndermek mümkün değildi. İmam Ebu Yusuf’a danıştı. Ebu Yusuf hazretleri dedi ki:
- “Zevceniz bu geceyi mescitte geçirsin. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de, ‘Hakikatte mescidler Allah’ındır…’ [Cin sures, 18] buyruluyor. Senin hüküm sürdüğün topraklar mescitlerin dışarısıdır” dedi. Hükümdar böylece müşkilinden kurtulmuş oldu.
***
S o n u ç
Velhâsıl, Hîle-i Şer’iyye terkibi, kelime-kalıp mânâsı itibariyle meşrû çare, çözüm, hukûkî hâl (çözüm) yolu demektir. Aynı mânâda “mahrec” kelimesi-kavramı da kullanılır.
Dinî ıstılâhımızda ise, söz, fiil ve işlemleri dış görünüş ve şekil bakımından İslâm hukukuna uygun hâle getirmek demektir. Sadece adı değil, aslı ve uygulaması itibariyle de şeriate uygun olan hîlelere (çarelere-çözüm yollarına) Hîle-i Şer’iyye denir ve bunlara cevaz vardır. Bâtıl hîleler caiz olmaz.
Hîle-i Şer’iyye alanında en çok müracaat olunan mevzular talak (boşama), yemin, faiz meseleleridir. Bugüne kadar Müslümanlar arasında zekât vermemek için “hîle” düşünene pek rastlanmamıştır. Olsa da nâdir, hatta enderdir. Nâdirin (az olanın) ise hükmü yoktur. Bilakis mü’minler, zekât vermenin / verebilmenin yolunu / çarelerini ararlar. Bulamazlarsa, imkânları nisbetinde sadaka vermeye gayret ederler. O bakımdan söz konusu ettiğiniz hîle, kâmil bir mü’mine yakışacak ve de tecviz edilecek bir yol ve uygulama değildir. İşte bundan dolayıdır ki ulemâdan bazıları, ‘Hîle-i Şer’iyye’nin, dinin emir ve yasaklarının hafife alınmasına yol açtığı, harama dolaylı yoldan ulaşmanın da haram olduğu, amellerin şekilden ziyade maksat ve hedeflerine göre değerlendirilmesi gerektiği’ni ifade etmişlerdir. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.), “Ameller(in hükmü başka değil), ancak niyetlere göredir; herkesin niyeti ne ise eline geçecek odur” [Buhârî, Sahih, Bed’ü’l-Vahy, 1; Müslim, Sahih, İmare, 155; Ebu Davud, Sünen, Talak, 11] buyurmuşlardır.
Meşhur Mecelle hukukumuzun ilk maddesi de şöyledir:
"Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir." Niyetler / maksatlar ya güzel, yani hüsn-i niyet veya çirkin / sû-i niyet olur.
Hüsn-i niyet ile sû-i niyetin ahlâkî bakımdan, dünyevî ve uhrevî ahkâm itibariyle büyük tesirleri vardır. Mesela; bir fakire hüsn-i niyetle, rıza-yı Hakk’a ulaşmak maksadıyla yapılan bir yardım, verilen bir sadaka, uhrevî sevaba vesiledir. Mücerred gösteriş ve şöhret kazanmak maksadıyla yapılan yardım, verilen sadaka ise mükâfata vesîle olmaz. Çünkü birinci niyet, Hak için olduğundan bir ahlâki kıymeti haizdir. İkincisi ise boş bir maksatla yapıldığı için ahlâki kıymetten uzaktır.
Mesela bir şahıs lukatayı (bulunan şeyi), eğer sahibine iade etmek niyetindeyse, almaya şer'an mezundur, alabilir. Maksadının hârici delili ise, şâhit tutması ve lukatayı ilan etmesidir. Lukatayı bu niyetle aldıktan sonra, haber ve kusuru olmaksızın, elindeyken kayıp veya telef olsa tazmin ettirilmez (ödettirilmez). Ancak lukatayı kendi mülküne geçirmek maksadıyla alırsa, gasp etmiş olur. Bu durumda lukata elindeyken haber ve kusuru olmaksızın telef ve kayıp olsa tazmini lazım gelir.
Elinizi vicdanınıza koyup düşünün; söz konusu ettiğiniz meselede hüsn-i niyet mi hâkim, sû-i niyet mi? Hîle-i Şeri’iyye’ye mi uygun, yoksa hîle-i bâtıleye mi yakın? Madem kolyeyi kullanmaya devam edeceksin, ne diye kocana hibe ediyorsun? Sırf zekât mes’uliyetinden kurtulmak için değil mi? Ayrıca ondan istediğin zaman geri alma garantin de var sayılır! Öyle değil mi? Oh ne a‘lâ bir çıkış yolu (!) demezler mi insana? Peki, Mevlâ-yi zû’l-Celâl bundan râzı olur mu? İşte asıl düşünmemiz, hesabını yapmamız gereken nokta burası olması lâzım.
Rabbim (c.c.) cümlemizi şeriatten, azîmet ve takvâdan, zühd ü veradan ayırmasın. Amin…