Soru: ali can tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Ve aleyküm selam.
Değerli kardeşim;
Araştıracak başka bir şey bulamadın mı? Tabii ki kafan karışır; çünkü o alan kafa işi değil, kalp işi… Akaid değil, fıkıh değil, tarih-siyer hiç değil, tasavvuf sâhası… Tasavvufla alakalı bir mevzuda elbetteki tasavvufî şeyler okuyacaksın. Öyle değil mi? Takdir edersin ki, tasavvufî meseleler de diğer sâhaların lûgat ve ıstılahlarıyla (terminolojileriyle) izah edilemez, hele-hele kuşa dönmüş ikiyüzelli-üçyüz kelimeyi aşmayan günlük konuşma diliyle hiç anlatılamaz. Bu ve benzeri mevzuların ilmî izahı da, sade anlatımı da budur. Hiçbir ilmî dalda temel olmadan meseleler-mevzular tam olarak anlaşılıp kavranamaz. O bakımdan öncelikle şeriat, tarikat, hakikat ve tasavvufla alakalı detaylı bilgi için lütfen aşağıdaki linklere bkz.
http://www.halisece.com/islami-makaleler/390-islam-seriat-tarikat-hakikat-marifet.html
http://www.halisece.com/islami-makaleler/334-ilim-amel-ihlas-ve-kulu-allaha-kavusturan-yollar.html
Sorduğun terkip, sadedinde olduğun mefhum, kaal işi olmayıp hâl’e dair meselelerdendir. Mâneviyat sâhasını, yani şerêatın bâtın (iç) yönünü alakadar eder. Zâhirî ilimlerle anlaşılıp kavranması zordur, hatta neredeyse muhâldir. “Yabancı kelime” dediğin lafız ve terkipler, o sahanın ıstılahlarıdır, onları bilmezsen o daldan kuru bilgi olarak dahi istifade edemezsin. Dolayısiyle kafanın karışması da normaldir. Aklını daha fazla karıştırıp kördüğüm etmemek için, haddini bilecek, o alanla uğraşmayı ehline bırakacak, kendine lazım olanlarla meşgul olacaksın. Yoksa dediğin gibi Hâlık ile mahlûku (Yaratan’la yaratılanı) birbirine karıştırır, -Allah korusun- şirke kadar yuvarlanır gidersin. Vaz geç bu sevdadan. Allah dostlarından bir zatın hatırlattığı gibi, “Bu meydan erler meydanıdır, nice kelleler gider soran olmaz”! En alt kategorilerde güreşen bir pehlivanın, başa soyunduğunu gördün mü hiç?
Kısacası temel olmadan, alt yapı tesis edilmeden üste kat çıkılmaz. Çıkmaya kalkışırsan, ufak bir rüzgârda tarumar olur gidersin.
İslamî ilimler noktasında alt yapın nedir, bunu belirtmemişsin. Fakat ifadelerinden bu alanın ümmîsi olduğun anlaşılıyor. Yani âlet ilimleri bakımından da âlî ilimler cihetinden de ihtisasının olmadığı aşikâr. Tasavvufî ilimlerle ünsiyetin nedir, onu da bilmiyoruz. Kaldı ki, temel olmadıktan sonra bu halinle tasavvufla alakadar olsan ne ifade eder!
Maamafih sorduğun mesele boşlukta kalmasın, bilgi olarak “Hakikat-i Muhammediye”den kısa da olsa bahsetmeye çalışalım. Bunun için de sözü, bu sahanın zirve ehillerinden Hicrî II. Bin Yılın Müceddidi İmam-ı Rabbani Ahmed Fârûkî es-Serhendî (k.s.) hazretlerine bırakalım.
“Hakikat-i Muhammediye ilk zuhurdur, hakikatlerin hakikatidir. Yani diğer hakikatler, ister enbiya-i kiramın hakikatleri olsun isterse büyük meleklerin hakikatleri olsun, hepsi de O’nun gölgeleri gibidir. O bütün hakikatlerin aslıdır.
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve alâ âlihi’s-salâtü vesselâm Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allahu Teâla ilk benim nûrumu yarattı” [Bkz. Benzer lafızlarla, Kastalânî, Mevâhibü’l-Ledûniyye, 1, 71] Ve yine buyurmuşlardır ki: “Ben Allah’ın nûrundan yaratıldım. Mü’minler de benim nûrumdan yaratıldı.”
Zarûrî olarak O’nun hakikati diğer hakikatler ile Hak Sübhânehû arasındadır ve herhangi bir kimsenin O’nun tavassutu (vasıtalığı-vesileliği-aracılığı) olmaksızın vuslata ermesi muhâldir / imkânsızdır. O, enbiyânın ve rasûllerin peygamberidir. O’nun peygamberliği âlemlere rahmettir. Bu sebepledir ki, ülû’l-azm (büyük peygamberler dahi) kendilerindeki asıllığa rağmen, O’na tâbi ve ümmetinin arasına dâhil olmayı temenni etmişlerdir. Nitekim bu mânâ / bu mealdeki ifade, bizzat kendilerinden (s.a.v.) vârid olmuştur…” [Bu mevzuda daha geniş bilgi için bk. İmam-ı Rabbani (k.s.), el-Mektûbât, Fazilet Neşriyat, İstanbul, tz. 3, 121]
***
Özetlemek gerekirse; Muhammedî hakikat (Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın nûru), ilk zuhurdur; yani ilk oluşan, ilk ortaya çıkan, ilk yaratılandır. Hakikatlerin hakikati, yani özün özüdür. Bu haliyle tabii ki mahluktur, ezelî değildir. Mahlukun nasıl ezelî olması düşünülebilir, çünkü evveli vardır. Evveli ve âhiri olmayan (başı ve sonu bulunmayan) sadece Cenab-ı Hak’tır.
Evet, O’ndan önce bir yaratık yoktur. O yaratılanlarda ilktir. Ne melek, ne cin, ne ins, ne de sair mahlûkat ve varlıklar nev’inden hiçbiri mevcut değildir. Hadis-i kudside açıklandığı üzere, diğer mahlûkat ve mükevvenatı da Mevlâmız (c.c.), O’nun hatırana yaratmıştır. O’nu yaratmamış olsaydı, hiç birini yaratmayacaktı. Her şey bu Hakikat’ten var olmuş ve bu Hakikat-i Muhammediyye için yaratılmıştır.
Manevî seyr u sülûkta (hakikat ve mârifet yolculuğunda) pek çok yüksek makam ve mertebenin aşılması, ulvî derecelere ulaşılması, Allahu Teâla’ya kurbiyet (yakınlık) de hep O’nun vasıtası / O’nun vesilesiyledir (uyd. deyimle: aracılığıyladır). Binaenaleyh O’na ümmet olmadan söz konusu manevi mevkilere kavuşmak imkânsızdır. Büyük peygamberlerin (aleyhimüsselâm) bile O’na ümmet olma arzularının sebebi de budur.
O halde sahip ve nâil olduğumuz, şükrünü edâdan âciz bulunduğumuz bu büyük nimetin kadrini-kıymetini bilelim. Beş vakit farz namazlarımıza ilaveten duhâ-evvâbîn ve teheccüd namazlarıyla şükründen geri kalmayalım ki, bu nimet elimizden uçup gidivermesin. Ümmetlikten mahrum kalıp Makam-ı Mahmud’daki şefaat-i uzmâdan nasipsiz olmayalım. Bahsi geçen namazlar için bkz.
http://www.halisece.com/namaz/74-ibadetler-allahin-nimetlerine-sukurdur.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1969-duha-kusluk-namazi.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1499-duha-namazinin-son-iki-rek-atini-oturarak-kilmak.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/3457-duha-namazinin-kilinisi.html