Hocam tekrar selamün aleyküm, biraz önce Allahu Teâlâ’nın sübutî sıfatlarını sormuştum, unutmuşum, aslında zati sıfatları da soracaktım, kusura bakmayın, onlarla ilgili de bilgi verebilirseniz çok makbule geçecek. Ahmet Faruk Çağlayan - Facebook/Avustralya

*******

Zatî sıfatlar; Allâh’ın zatıyla birlikte olan, ondan ayrı kabul edilmeyen sıfatlardır. Bu sıfatlar; Allâh’ın yüceliğine zıt olan, kemâline aykırı bulunan sıfatları ondan kaldırmakta ve bütün noksan sıfatlardan onu tenzih etmektedir.


Zatî sıfatlar altıdır:

1) Vücud,
2) Kıdem,
3) Beka,
4) Vahdâniyet,
5) Muhâlefetün li’l-havâdis,
6) Kıyâm binefsihî.


Şimdi de dilerseniz bu sıfaları teker teker ele alıp açıklamaya çalışalım.

1. V ü c û d

Vücûd”, akâid ilmi ıstlâhlarındandır, Allah Teâlâ’nın var olması demektir ve zatî sıfatlarının birincisidir.

Kur’ân-ı Kerim’de Allâh’ın varlığını isbat sadedinde pek çok âyet mevcuttur. Bu âyetlerden ilham alarak İslâm âlimleri Allâh’ın varlığını isbat için bir takım deliller ortaya koymuşlardır. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:

a) Fıtrat delili: Her insanda yaratılıştan bir yüce kudrete ve yaratıcıya inanma duygusu vardır. Bu Allâh’ın varlığını isbat eder.

b) Hudüs delili: Bütün âlemler yaratılmıştır. Her yaratılmışın bir yaratıcısı olması aklî bir zarûrettir. Kâinatın kendi kendini yaratmış olması imkânsız olduğuna göre, onu ve ondaki varlıkları yaratan bir yüce kudret sahibi vardır. Buna değişik toplumlar farklı isimler verebilir. Müslümanlar “Allah” diyor.

c) İmkân delili: Kâinatın yani yaratılmış olan şeylerin tamamının varlığı kendinden değildir. Şu halde kâinatı var eden ve “varlığı başkasından değil kendinden olan” bir varlığa ihtiyaç vardır. İşte bu da Allah’tır. Akâid âlimleri, varlığı kendinden olana “vâcib”, varlığı başkasından olana “mümkün” derler. Bu itibarla Allâh’ın varlığı vâcib, onun dışındakilerin varlığı ise mümkündür. Başka bir ifadeyle, varlığının mutlak gerekli olması, var olmayışının mümkün bulunmaması sebebiyle Allah Teâlâ’ya “Vâcibü’l-vücûd” denir. Vücûdu vâcip yani varlığı zarûri olan demektir. “Vücûd”; varlık, var olmak, bulunmak mânâlarına gelir. “Vâcib” de, İlâhî vücûdu başka bir varlık vâsıtasıyla olmayıp, zatının iktizâsı (gereği) olan mânâsınadır. Kısacası o, yokluğu muhâl yani imkânsız olandır.

d) Nizam delili: Varlık âleminde çok ince ve hassas bir nizam-intizam ve muvâzene (denge) vardır. Bunun şuursuz maddeden kaynaklanması veya kendiliğinden olması mümkün değildir. Bu nizam ve denge ancak şuurlu, çok büyük kuvvet ve kudret sahibi bir varlık tarafından gerçekleştirilebilir. Bu da Allah’tır. Bir yaprak bile ancak onun izniyle kıpırdayabilir.

Hâsılı, Allah (c.c.) vardır ve en büyük varlık da ona mahsustur. Onun varlığı her şeyden daha açıktır. Muhâl farz, o olmasaydı, hiçbir şey olmazdı. Kâinatın varlığı, onun varlığına en büyük şâhittir, delildir. Hiçbir şey ne kendi kendine var olabilir, ne de yok olabilir.

2. K ı d e m

Kıdem”, ezelî olmak yani evveli-başlangıcı olmamaktır. Evveli-öncesi olmayana kadîm, sonradan olana ise hâdis denir.

Allah Teâlâ’nın varlığının öncesi de başlangıcı da yoktur, o kadîmdir. Geçmişe doğru ne kadar gidilirse gidilsin, Allâh’ın var olmadığı bir zaman düşünülemez.

Eğer Allah ezelî olmasaydı, sonradan meydana gelmiş olması icap ederdi. Her sonradan olanın ise bir yaratıcıya ihtiyacı vardır. Halbuki Allah Teâlâ için böyle bir şey söz konusu olamaz; zira o vâcibü’l–vücûd’dur, varlığı zatının icabıdır, kendindendir.

Kelâm-ı Kadîm’inde Rabb’imiz bize, ezelî oluşunu şöyle açıklamaktadır:

“O, her şeyden öncedir (ilktir, başlangıcı yoktur, bütün varlıkları o yaratmıştır). Kendinden sonra da hiçbir şeyin kalmayacağı sondur, (varlıkların yok oluşundan sonra da o bâkîdir). Zâhir’dir, (varlığı birçok delillerle gün gibi âşikârdır). Bâtın’dır, (zatının hakikati hisler ve akıllarla idrâk edilemez). O, her şeyi hakkıyla bilendir.”(1)

Netice olarak, topyekün âlemler ve içlerindeki bütün varlıkların mutlaka bir öncesi, yani bulunmadıkları bir zaman dilimi mevcuttur. Allah Teâlâ ise, zaman ve mekândan münezzeh olarak vardır. Zaman ve mekân mefhûmu, bizim için câridir-geçerlidir. Zira onlar da zaten Cenâb-ı Hakk’ın birer mahlûkudurlar, her şey gibi onun tarafından yaratılmışlardır.

3. B e k a

Beka”, ebediyet yani sonu olmamak demektir. Sonu olana fâni, olmayana da bâki denir. Allah Teâlâ ebedîdir, varlığının sonu yoktur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

“Yeryüzündeki her şey fânidir (yok olucudur). Celâl (ululuk-büyüklük-azamet) ve ikram sahibi (cömertçe verir, verdiği için de karşılık beklemez) olan Rabb’inin varlığı ise ebedîdir.”(2) “O, evvel ve âhirdir.”(3) Yani Allah Teâlâ her şeyden öncedir, ilktir, başlangıcı yoktur, bütün varlıkları o yaratmıştır. Ondan sonra da hiçbir şeyin kalmayacağı sondur, varlıkların yok oluşundan sonra da o bâkidir.

Meallerini zikrettiğimiz bu âyetler, Allâh’ın ebedî olduğunu çok açık bir şekilde göstermektedir.

Varlığını devam ettirememek âcizlik, âcizlik de eksikliktir. Allah Teâlâ ise her türlü eksiklikten münezzehtir. O sonsuzdur, hudutsuz bir azamet, kuvvet ve kudretin sahibidir. Onu (hâşâ) mağlub veya yok edecek bir güç ve kuvvet mevcut değildir, olması da düşünülemez.

4. V a h d â n i y e t

Vahdâniyet”, Allâh’ın bir tek olması demektir. Hz. Allah zatında, sıfatlarında ve fiillerinde tektir. Onun zatı, cüzlerden tekevvün etmemiş yani parçalardan meydana gelmemiştir. Cisim de değildir, eşi ve benzeri yoktur. Ne zatında ne de sıfatlarında yarattıklarından hiçbirine benzemez. Fiillerinde tek oluşu da, yaratmada tek olması demektir. Binâenaleyh “yoktan var etme” mânâsında yaratmak, sadece Allâh’a mahsustur.

Cenâb-ı Hakk’ın tek oluşu, hemen her Müslümanın ezberinde olan İhlâs sûresinde şöyle ifade edilmiştir:

“(Resûlüm), de ki: O Allah bir tektir. Allah hiçbir şeye muhtaç değil, her şey ona muhtaçtır. O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey ona denk de değildir.”

Kâinatı yaratan ve idare eden birden fazla ilah olsaydı, farklı yönde istek ve irâdeleri olunca, birisinin dediği olur, diğeri âciz kalırdı. Âciz olan ise ilah olamaz. İlahlar arasındaki bu tezatlar, kâinatın düzenini bozardı. Bu durum, akâidde “bürhânü temânu’“ isimini alan delil olarak, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle açıklanmıştır:

“Yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök harap olurdu.”’(4) “Allah’tan başka bir hâlık (yaratıcı) var mıdır?”(5) “Bugün mülk kimindir? Bir olan, her şeye hâkim ve kahhâr olan Allâh’ındır.”(6)

Âlemlerde muazzam bir nizam ve intizâmın oluşu ve bozulmadan devam edişi, muhakkak ki Allâh’ın eseri, onun tek ve bir olduğunun en büyük delilidir. Kâinattaki dirliğin, âhenk ve düzenin sebebi, ilâhın tek olmasındandır. Hâşâ, Allâh’ın ortağı bulunsa, bu âhenk bu nizam ve intizam bozulurdu. Nitekim âyet-i kerimede buyrulmuştur ki:

“Allah evlat edinmemiştir; onunla birlikte hiçbir ilah yoktur. Eğer olsaydı, şüphesiz her ilah kendi yarattığını sevk ve idare eder ve bir gün mutlaka onlardan biri diğerine galebe çalardı. Allah o müşriklerin yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir.”(7)

Mâlum olduğu üzere insanlar, tarih boyunca zaman zaman yollarını şaşırarak, Allâh inancının yanında başka ilahlara da yer vermişlerdir. Buna şirk yani ortak koşma; bu inançta olana da müşrik denilir.

ŞİRK İKİ TÜRLÜDÜR

1. Allah Teâlâ ile birlikte; Ay, Güneş, insan, put, ağaç, hayvan ve benzeri başka bir varlığı da ilah kabul etmek gibi...

2. Kulluk vazifelerinde Allâh’a eş ve ortak koşmak, ibâdetlere riyâ ve süm’a karıştırmak
(yaptığı amelleri, onun bunun görüp duyması, takdir etmesi veya bir başka karşılık için yapmak) gibi...

Kur’ân-ı Kerim’de, Hıristiyanlar’ın şirkinden şöyle bahsedilmektedir:

“Allah, üç ilahtan üçüncüsüdür’ diyenler, muhakkak ki kâfir olmuşlardır.”(8)

Hâsılı; Allah, Mesîh İsa ve Rûhu’l-Kuds olarak üç ilâhı birlikte kabul eden, yani teslîse inanan Hıristiyanlar, vahdâniyet inancından uzaklaşmışlardır.

Halbuki, eğer Hıristiyanlar’ın kabul ettikleri gibi üç ilah bulunsaydı, aralarında, kâinatı ele geçirmek için bir mücâdele mutlaka olurdu. Nitekim şu âyet-i celîlede böyle bir ihtimâlin neticesine işaret olunmaktadır:

“(Resûlüm) de ki: Eğer dedikleri gibi Allah ile birlikte başka ilahlar bulunsaydı, o takdirde bu ilahlar, Arş’ın sahibi olan Allâh’a ulaşmak için çareler arayacaklardı. Allah, onların söyledikleri şeylerden münezzehtir; son derece yüce ve büyüktür.”(9)

5. M u h â l e f e t ü n l i ‘ l - h a v â d i s

Muhâlefetün li’l-havâdis”, Allah Teâlâ’nın, sonradan olmuş şeylere benzememe sıfatıdır.

Hz. Allah hiçbir şeye benzemediği gibi, hiçbir şey de ona benzemez, benzeyemez. Allâh’ın zatî sıfatlarla yaratılmışlara benzemesi mümkün değildir; zira o ebedîdir, bâkîdir. Varlıklar ise sonludur, ölümlüdür.

Diğer taraftan varlıklar, bir takım cüzlerden-parçalardan meydana gelmişlerdir. Cenâb-ı Hakk’ın zatı içinse, böyle bir şey bahis mevzuu olamaz. O bakımdan, kim nasıl ve ne şekil düşünürse düşünsün, Allah Teâlâ tasavvur edilenlerin hiç birine benzemez. Çünkü insan; gördüğü, duyduğu ve bildiği varlıkları tasavvur edebilir. Bunlar ise, sonradan yaratılan varlık, sûret, renk ve şekillerdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

“Göklerin yaratıcısı, size içinizden eşler, çift çift hayvanlar var etmiştir. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla görendir.(10)

Allah Teâlâ’nın, canlı-cansız hiçbir mahlûkata benzememe sıfatı; diğer varlıklarda bulunan cisimlik, cevherlik(11), a’razlık(12), cüz ve parçalardan meydana gelme; yemek, içmek, oturmak, uyumak; üzüntülü, kederli veya sevinçli olmak gibi sıfatlardan da uzak olduğunu ifade eder. Bazı âyetlerde zikredilen “Yedullâh: Allâh’ın eli”(13) “Vechullâh: Allâh’ın yüzü”(14) “er-Rahmânü ale’l-Arşi’s-tevâ: Allâh’ın Arş’ı istivâ-istilâ etmesi”(15) gibi ifadeler, Cenâb-ı Hakk’ın başka varlıklara benzediğine delâlet etmez. Zira bunlar, müteşâbih âyetlerdir, mecâzî mânâda kullanılmıştır. Ayrıca bkz. http://www.halisece.com/islami-yazilar-ve-makeleler/364-imanin-ilk-sarti-allaha-inanmak.html
Cenab-ı Hakk'ın Selbî Sıfatları için de bkz. http://sorular.mollacami.com/soru-ve-cevaplar-225.html

DİPNOTLAR
(1) Kur’ân-ı Kerim, Hadîd sûresi, 57/3.
(2) Kur’ân-ı Kerim, Rahmân sûresi, 55/26-27
(3) Kur’ân-ı Kerim, Hadîd sûresi, 57/3.
(4) Kur’ân-ı Kerim, Enbiyâ sûresi, 21/22.
(5) Kur’ân-ı Kerim, Fâtır sûresi, 35/3.
(6) Kur’ân-ı Kerim, Mü’min sûresi, 40/16.
(7) Kur’ân-ı Kerim, Mü’minûn sûresi, 23/91.
(8) Kur’ân-ı Kerim, Mâide sûresi, 5/73.
(9) Kur’ân-ı Kerim, İsrâ sûresi, 17/42-43.
(10) Kur’ân-ı Kerim, Şûrâ sûresi, 42/11.
(11) Cevher lûgatte, bir şeyin yapıldığı madde, esas, maya, öz, kök mânâlarına gelir. Kelâm ilminde ise cevher, boşlukta yer tutan ve varlığını hissettiren şey, asıl, zât mânâsında kullanılan bir tâbirdir.
(12) A‘raz kelime olarak, aslından ve doğuştan olmayıp, eğreti ve değişip ayrılabilir olan hâl ve sıfat; sonradan ortaya çıkan durum demektir. Kelâm ilmi ıstılâhında ise, var oluşu, ancak kendisini taşıyan başka bir varlıkla hissedilen, kendi başına boşlukta yer tutamayan şeye a‘raz denir. Kendi başına boşlukta yer tutan ve a‘razlara mevzû teşkil eden yani a‘razları taşıyan şey için de ayn tâbiri kullanılır. Meselâ cisimlerin rengi, şekli, kokusu, tadı vb. birer araz; bunlara mevzû teşkil eden madde ise ayn’dır.
(13) Kur’ân-ı Kerim, Fetih sûresi, 48/10.
(14) Kur’ân-ı Kerim, Rahmân sûresi, 55/27.
(15) Kur’ân-ı Kerim, Tâhâ sûresi, 20/5; Müteşâbihat ve mukaatâtla ilgili daha geniş bilgi için bkz. Forum/KUR’ÂN-I KERİM’in Tefsir bölümünde, “Kur'an'da Müteşâbih Âyetler ve Mukattaa Harfleri” başlıklı makale.

Go to top