Halis ECE Hoca Efendi, 24 Kasım 2018 tarihinde vefât etmiştir. Karacaahmet Mezarlığı, 5.Ada kısmına defnedilmiştir. Cenâb-ı Hakk mekânını cennet eylesin. Geride kalanlarına da, sabr-ı cemîl ihsân eylesin.
Not: Siteye soru gönderme işlemi kaldırılmıştır. Arşiv niteliğindeki yazılarından ve soru-cevaplarından istifâde edilmesi temennîsiyle...
Halis ECE
“ALLAH” İSM-İ CELÂLİ
“Allah” ism-i celâlinin diğer İlâhî isimler içindeki rütbesi-mertebesi farklıdır. Bu ism-i zat; bütün isimleri, sıfatları ve fiilleri kendisinde toplamış; Hâlık Teâlâ’nın (yüce yaratıcı) en büyük ve en muazzam ismidir. Yani “Allah” lafzı zatı ile ism-i a’zam, “el-Hayyü’l-Kayyûm”(1) da sıfatı ile ism-i a’zam’dır.
Allah; kâinatı yoktan var eden, ayakta tutup varlığını devam ettiren tek ve mutlak varlıktır. Onun tasarrufunu eşyanın üzerinden bir an bile uzak tutmak kabil değildir. Allah lafzı, hakiki ma’bûdun yani kendisine kulluk edilmeye lâyık tek ve eşsiz zatın hususi ismidir ve güzel isimleri arasında en meşhurudur.
“Lafza-i celâl” de denilen bu yüce isimde, diğer Esmâ-i hüsnâ’da olmayan hususiyetler vardır. Bir defa hiçbir lisanda Allah isminin tercümesi, tam karşılığı yoktur. Binaenaleyh -semâ ve şafak demek olan “tan”dan mürekkep ve ilah, mevlâ, hüdâ mânâlarında kullanılan- “Tanrı”(2) kelimesi de dahil hiçbir isim “Allah” ism-i celâlinin karşılığı olamaz.(3) Her şeyden evvel Lafza-i celâl dahil Cenâb-ı Hakk’ın bütün isimleri tevkîfidir, değiştirilemez. Bir başka isim onun yerine geçemez.
Arapça yazılışı itibariyle Allah kelimesinde dört harf vardır: Bir Elif, iki adet Lâm ve bir de Hê. Bu mübârek lafızdan Elif alınacak olsa, “Lillâh” (Allah için), birinci lâm alınacak olsa, “Lehû” (Onun için), ikinci lâm da alınacak olsa “Hû”(4) (O) kalır. Eğer “Hû” da alınsa, o zaman, yaşayabilmek için aldığımız havayı dışarı verirken “hû” diyerek yine onu isbat ederiz.
Demek ki Allah isminde her harfin bir mânâsı vardır. Elif Allah Teâlâ’nın zatına, birinci Lâm aklın sûretine, ikinci Lâm rûhun sûretine, He de nefsin sûretine delâlet eder.
Allah kelimesindeki harflerin müfredâtı, yani Ebced hesabıyla sayı değeri 66’dır. Dilimizdeki “Altmış altıya bağlamak” tâbiri, işi Allâh’a havâle etmek mânâsınadır.
İslâm’da Allah inancı “Kelime-i Tevhid”(5) ile yani “Lâ ilâhe illallah” (Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur) cümlesiyle en veciz (özlü) bir tarzda anlatılmıştır. Bütün peygamberler ümmetlerine her şeyden önce tevhid inancını öğretmeye çalışmışlardır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak, Sevgili Peygamberimize hitâben şöyle buyurmuştur: “Senden önce hiçbir resûl göndermedik ki, ona, ‘Benden başka ilah yoktur; şu halde bana kulluk edin!’ diye vahyetmiş olmayalım.”(6)
Yeryüzündeki bütün dinlerde ortak esasın Tevhid inancı olması gerektiğini bildiren bir âyetse şöyledir:
“(Resûlüm) de ki: ‘Ey Ehl-i Kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim; ona hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allâh’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın.’ Eğer (buna rağmen) onlar yüz çevirirlerse, işte o zaman, ‘Şâhit olun ki biz Müslümanlarız!’ deyin.”(7)
Allâh’ın zatını idrâk etmek, bu ismin esrârını müşâhede edebilmek bizim için imkânsızdır. Sınırlı insan aklı ile ancak onun sıfatlarının bir kısımını bilebilmek belki mümkün olabilir. İzin verip lûtfettiği nisbette...
Ne güzel söylemiş şairimiz:
Ta’rife gitmemektir evlâ
Ta’rife gelir mi hiç Mevlâ.
Muallim Nâci
ALLAH TEÂLÂ VARDIR, BİRDİR, EŞİ VE BENZERİ YOKTUR
“Şüphe yok ki Allah Teâlâ, pek mukaddes (mübârek-kutlu ve aziz) olan zatı ile mevcuttur. Onun varlığı zatiyledir (asla bir başkasına ihtiyacı yoktur) ve o her an dâima mevcut olduğu gibi, devamlı da olacaktır. Onun yüce mukaddes zatına önceden bir yokluk (ârız) olmadığı gibi, sonradan da bir yokluk gelmeyecektir.”(8)
“Allah Teâlâ zatında, sıfatlarında, fiillerinde birdir. Hiçbir işte, hiçbir şeyde hiç kimsenin Allah (c.c.) ile hakikatte bir ortaklığı yoktur.
“Allâh’ın zatında, sıfatlarında, fiillerinde tegayyür ve tebeddül yani değişme-başkalaşma, başka bir hâl ve şekil alma diye bir şey yoktur, düşünülemez de. Kâinatta meydana gelen hâdiselerle zatında, sıfâtında, fiillerinde asla bir değişiklik olmaz.
“Allah Teâlâ, herhangi bir şeye bağlı olmaksızın ganîdir, zengindir; hiçbir işte hiçbir şeye muhtaç değildir.
“Allah Teâlâ her türlü noksan sıfatlardan münezzeh ve müberrâdır yani kullara mahsus olan kusur ve eksikliklerden uzak, temiz ve berîdir. Kemâl sıfatlarının (eksiksiz, tam ve kusursuz olma vasıflarının) tamamı onundur...”(9)
Bütün âlemin yoktan var edicisi ve Rabb’i olan Allâh Teâlâ’nın, Esmâü’l-hüsnâsı (en güzel isimleri) yanında, ayrıca eşsiz ve benzersiz sıfatları da vardır. Allâh’a imanın, bu sıfatlara imanı da ihâta etmesi, şümûlüne alıp kuşatması gerekir. Çünkü Allâh’ı bilmek, sıfatlarıyla olur.
Allâh’ın kendi sıfatlarıyla yarattıklarına vermiş olduğu sıfatlar, birbirinden çok farklıdır. Her şeyden önce yarattıklarına bazı keyfiyet ve vasıfları veren de yine Allah Teâlâ’dır. Ancak bu keyfiyet, kabiliyet ve istidatlar varlıklarda sınırlı, vâsıtalı ve netice olarak Allâh’ın yaratması ve onun yardımıyla iş görebilir.
Allâh’ın sıfatları, zatî ve sübûtî olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlardan başka; rızık verme, ihsân ve ikrâmda bulunma, rızâ, muhabbet, gadap, öldürme ve diriltme gibi zıtlarıyla vasıflanması mümkün olmayan fiilî sıfatları da vardır. Bu sıfatlar da zatî ve sübûtî sıfatları gibi ezelî ve kadîmdir.
ALLAH TEÂLÂ’NIN ZATÎ SIFATLARI
Zatî sıfatlar; Allâh’ın zatıyla birlikte olan, ondan ayrı kabul edilmeyen sıfatlardır. Bu sıfatlar; Allâh’ın yüceliğine zıt olan, kemâline aykırı bulunan bütün sıfatları ondan kaldırdırmakta ve topyekün noksan sıfatlardan onu tenzih etmektedir.
Zatî sıfatlar altıdır:
1) Vücud,
2) Kıdem,
3) Beka,
4) Vahdâniyet,
5) Muhâlefetün li’l-havâdis,
6) Kıyâm binefsihî.
Şimdi de dilerseniz bu sıfaları teker teker ele alıp açıklamaya çalışalım.
1. V ü c û d
“Vücûd”, akâid ilmi ıstlâhlarındandır, Allah Teâlâ’nın var olması demektir ve zatî sıfatlarının birincisidir.
Kur’ân-ı Kerim’de Allâh’ın varlığını isbat sadedinde pek çok âyet mevcuttur. Bu âyetlerden ilham alarak İslâm âlimleri Allâh’ın varlığını isbat için bir takım deliller ortaya koymuşlardır. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:
a) Fıtrat delili: Her insanda yaratılıştan bir yüce kudrete ve yaratıcıya inanma duygusu vardır. Bu Allâh’ın varlığını isbat eder.
b) Hudüs delili: Bütün âlemler yaratılmıştır. Her yaratılmışın bir yaratıcısı olması aklî bir zarûrettir. Kâinatın kendi kendini yaratmış olması imkânsız olduğuna göre, onu ve ondaki varlıkları yaratan bir yüce kudret sahibi vardır. Buna değişik toplumlar farklı isimler verebilir. Müslümanlar “Allah” diyor.
c) İmkân delili: Kâinatın yani yaratılmış olan şeylerin tamamının varlığı kendinden değildir. Şu halde kâinatı var eden ve “varlığı başkasından değil kendinden olan” bir varlığa ihtiyaç vardır. İşte bu da Allah’tır. Akâid âlimleri, varlığı kendinden olana “vâcib”, varlığı başkasından olana “mümkün” derler. Bu itibarla Allâh’ın varlığı vâcib, onun dışındakilerin varlığı ise mümkündür. Başka bir ifadeyle, varlığının mutlak gerekli olması, var olmayışının mümkün bulunmaması sebebiyle Allah Teâlâ’ya “Vâcibü’l-vücûd” denir. Vücûdu vâcip yani varlığı zarûri olan demektir. “Vücûd”; varlık, var olmak, bulunmak mânâlarına gelir. “Vâcib” de, İlâhî vücûdu başka bir varlık vâsıtasıyla olmayıp, zatının iktizâsı (gereği) olan mânâsınadır. Kısacası o, yokluğu muhâl yani imkânsız olandır.
d) Nizam delili: Varlık âleminde çok ince ve hassas bir nizam-intizam ve muvâzene (denge) vardır. Bunun şuursuz maddeden kaynaklanması veya kendiliğinden olması mümkün değildir. Bu nizam ve denge ancak şuurlu, çok büyük kuvvet ve kudret sahibi bir varlık tarafından gerçekleştirilebilir. Bu da Allah’tır. Bir yaprak bile ancak onun izniyle kıpırdayabilir.
Hâsılı, Allah (c.c.) vardır ve en büyük varlık da ona mahsustur. Onun varlığı her şeyden daha açıktır. Muhâl farz, o olmasaydı, hiçbir şey olmazdı. Kâinatın varlığı, onun varlığına en büyük şâhittir, delildir. Hiçbir şey ne kendi kendine var olabilir, ne de yok olabilir.
2. K ı d e m
“Kıdem”, ezelî olmak yani evveli-başlangıcı olmamaktır. Evveli-öncesi olmayana kadîm, sonradan olana ise hâdis denir.
Allah Teâlâ’nın varlığının öncesi de başlangıcı da yoktur, o kadîmdir. Geçmişe doğru ne kadar gidilirse gidilsin, Allâh’ın var olmadığı bir zaman düşünülemez.
Eğer Allah ezelî olmasaydı, sonradan meydana gelmiş olması icap ederdi. Her sonradan olanın ise bir yaratıcıya ihtiyacı vardır. Halbuki Allah Teâlâ için böyle bir şey söz konusu olamaz; zira o vâcibü’l–vücûd’dur, varlığı zatının icabıdır, kendindendir.
Kelâm-ı Kadîm’inde Rabb’imiz bize, ezelî oluşunu şöyle açıklamaktadır:
“O, her şeyden öncedir (ilktir, başlangıcı yoktur, bütün varlıkları o yaratmıştır). Kendinden sonra da hiçbir şeyin kalmayacağı sondur, (varlıkların yok oluşundan sonra da o bâkîdir). Zâhir’dir, (varlığı birçok delillerle gün gibi âşikârdır). Bâtın’dır, (zatının hakikati hisler ve akıllarla idrâk edilemez). O, her şeyi hakkıyla bilendir.”(10)
Netice olarak, topyekün âlemler ve içlerindeki bütün varlıkların mutlaka bir öncesi, yani bulunmadıkları bir zaman dilimi mevcuttur. Allah Teâlâ ise, zaman ve mekândan münezzeh olarak vardır. Zaman ve mekân mefhûmu, bizim için câridir-geçerlidir. Zira onlar da zaten Cenâb-ı Hakk’ın birer mahlûkudurlar, her şey gibi onun tarafından yaratılmışlardır.
3. B e k a
“Beka”, ebediyet yani sonu olmamak demektir. Sonu olana fâni, olmayana da bâki denir. Allah Teâlâ ebedîdir, varlığının sonu yoktur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:
“Yeryüzündeki her şey fânidir (yok olucudur). Celâl (ululuk-büyüklük-azamet) ve ikram sahibi (cömertçe verir, verdiği için de karşılık beklemez) olan Rabb’inin varlığı ise ebedîdir.”(11) “O, evvel ve âhirdir.”(12) Yani Allah Teâlâ her şeyden öncedir, ilktir, başlangıcı yoktur, bütün varlıkları o yaratmıştır. Ondan sonra da hiçbir şeyin kalmayacağı sondur, varlıkların yok oluşundan sonra da o bâkidir.
Meallerini zikrettiğimiz bu âyetler, Allâh’ın ebedî olduğunu çok açık bir şekilde göstermektedir.
Varlığını devam ettirememek âcizlik, âcizlik de eksikliktir. Allah Teâlâ ise her türlü eksiklikten münezzehtir. O sonsuzdur, hudutsuz bir azamet, kuvvet ve kudretin sahibidir. Onu (hâşâ) mağlub veya yok edecek bir güç ve kuvvet mevcut değildir, olması da düşünülemez.
4. V a h d â n i y e t
“Vahdâniyet”, Allâh’ın bir tek olması demektir. Hz. Allah zatında, sıfatlarında ve fiillerinde tektir. Onun zatı, cüzlerden tekevvün etmemiş yani parçalardan meydana gelmemiştir. Cisim de değildir, eşi ve benzeri yoktur. Ne zatında ne de sıfatlarında yarattıklarından hiçbirine benzemez. Fiillerinde tek oluşu da, yaratmada tek olması demektir. Binâenaleyh “yoktan var etme” mânâsında yaratmak, sadece Allâh’a mahsustur.
Cenâb-ı Hakk’ın tek oluşu, hemen her Müslümanın ezberinde olan İhlâs sûresinde şöyle ifade edilmiştir:
“(Resûlüm), de ki: O Allah bir tektir. Allah hiçbir şeye muhtaç değil, her şey ona muhtaçtır. O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey ona denk de değildir.”
Kâinatı yaratan ve idare eden birden fazla ilah olsaydı, farklı yönde istek ve irâdeleri olunca, birisinin dediği olur, diğeri âciz kalırdı. Âciz olan ise ilah olamaz. İlahlar arasındaki bu tezatlar, kâinatın düzenini bozardı. Bu durum, akâidde “bürhânü temânu’“ isimini alan delil olarak, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle açıklanmıştır:
“Yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök harap olurdu.”’13) “Allah’tan başka bir hâlık (yaratıcı) var mıdır?”(14) “Bugün mülk kimindir? Bir olan, her şeye hâkim ve kahhâr olan Allâh’ındır.”(15)
Âlemlerde muazzam bir nizam ve intizâmın oluşu ve bozulmadan devam edişi, muhakkak ki Allâh’ın eseri, onun tek ve bir olduğunun en büyük delilidir. Kâinattaki dirliğin, âhenk ve düzenin sebebi, ilâhın tek olmasındandır. Hâşâ, Allâh’ın ortağı bulunsa, bu âhenk bu nizam ve intizam bozulurdu. Nitekim âyet-i kerimede buyrulmuştur ki:
“Allah evlat edinmemiştir; onunla birlikte hiçbir ilah yoktur. Eğer olsaydı, şüphesiz her ilah kendi yarattığını sevk ve idare eder ve bir gün mutlaka onlardan biri diğerine galebe çalardı. Allah o müşriklerin yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir.”(16)
Mâlum olduğu üzere insanlar, tarih boyunca zaman zaman yollarını şaşırarak, Allâh inancının yanında başka ilahlara da yer vermişlerdir. Buna şirk yani ortak koşma; bu inançta olana da müşrik denilir.
ŞİRK İKİ TÜRLÜDÜR
1. Allah Teâlâ ile birlikte; Ay, Güneş, insan, put, ağaç, hayvan ve benzeri başka bir varlığı da ilah kabul etmek gibi...
2. Kulluk vazifelerinde Allâh’a eş ve ortak koşmak, ibâdetlere riyâ ve süm’a karıştırmak (yaptığı amelleri, onun bunun görüp duyması, takdir etmesi veya bir başka karşılık için yapmak) gibi...
Kur’ân-ı Kerim’de, Hıristiyanlar’ın şirkinden şöyle bahsedilmektedir:
“Allah, üç ilahtan üçüncüsüdür’ diyenler, muhakkak ki kâfir olmuşlardır.”(17)
Hâsılı; Allah, Mesîh İsa ve Rûhu’l-Kuds olarak üç ilâhı birlikte kabul eden, yani teslîse inanan Hıristiyanlar, vahdâniyet inancından uzaklaşmışlardır.
Halbuki, eğer Hıristiyanlar’ın kabul ettikleri gibi üç ilah bulunsaydı, aralarında, kâinatı ele geçirmek için bir mücâdele mutlaka olurdu. Nitekim şu âyet-i celîlede böyle bir ihtimâlin neticesine işaret olunmaktadır:
“(Resûlüm) de ki: Eğer dedikleri gibi Allah ile birlikte başka ilahlar bulunsaydı, o takdirde bu ilahlar, Arş’ın sahibi olan Allâh’a ulaşmak için çareler arayacaklardı. Allah, onların söyledikleri şeylerden münezzehtir; son derece yüce ve büyüktür.”(18)
5. M u h â l e f e t ü n l i ‘ l - h a v â d i s
“Muhâlefetün li’l-havâdis”, Allah Teâlâ’nın, sonradan olmuş şeylere benzememe sıfatıdır.
Hz. Allah hiçbir şeye benzemediği gibi, hiçbir şey de ona benzemez, benzeyemez. Allâh’ın zatî sıfatlarla yaratılmışlara benzemesi mümkün değildir; zira o ebedîdir, bâkîdir. Varlıklar ise sonludur, ölümlüdür.
Diğer taraftan varlıklar, bir takım cüzlerden-parçalardan meydana gelmişlerdir. Cenâb-ı Hakk’ın zatı içinse, böyle bir şey bahis mevzuu olamaz. O bakımdan, kim nasıl ve ne şekil düşünürse düşünsün, Allah Teâlâ tasavvur edilenlerin hiç birine benzemez. Çünkü insan; gördüğü, duyduğu ve bildiği varlıkları tasavvur edebilir. Bunlar ise, sonradan yaratılan varlık, sûret, renk ve şekillerdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:
“Göklerin yaratıcısı, size içinizden eşler, çift çift hayvanlar var etmiştir. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla görendir.(19)
Allah Teâlâ’nın, canlı-cansız hiçbir mahlûkata benzememe sıfatı; diğer varlıklarda bulunan cisimlik, cevherlik(20), a’razlık(21), cüz ve parçalardan meydana gelme; yemek, içmek, oturmak, uyumak; üzüntülü, kederli veya sevinçli olmak gibi sıfatlardan da uzak olduğunu ifade eder. Bazı âyetlerde zikredilen “Yedullâh: Allâh’ın eli”(22) “Vechullâh: Allâh’ın yüzü”(23) “er-Rahmânü ale’l-Arşi’s-tevâ: Allâh’ın Arş’ı istivâ-istilâ etmesi”(24) gibi ifadeler, Cenâb-ı Hakk’ın başka varlıklara benzediğine delâlet etmez. Zira bunlar, müteşâbih âyetlerdir, mecâzî mânâda kullanılmıştır.
DİPNOTLAR
(1) “el-Hayy”, bütün âlemleri yoktan var edip hayat veren demektir. Ancak sadece hayat vermek kâfi değildir, onu tutup muhafaza etmek icap eder. Hz. Mevlâ, “el-Kayyûm” ism-i şerifi ile de yarattığı bu kâinatı ayakta tutmakta, hayatiyetini devam ettirmektedir.
(2) Şemseddin Sâmi, Kamûs-i Türkî, İstanbul, 1316, s. 429.
(3) “Allah’ Cenâb-ı Hakk’ın zâtını, sıfatlarını, fiillerini hep birden ifade eden lafza-i celâldir. Bütün kemâl sıfatları ondadır. Hak ve bâtıl ma‘bûdlara ıtlak edilen ve cemi‘lenen ‘Tanrı’ kelimesi onun yerini tutamaz. Allah lafzı cemi‘lenemez. Allah, Allah’dır.” Çantay, Hasan Basri, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, İst., 1976, 1, 12.
(4) “Hû”, nahiv ilmine göre zamir, tasavvuf ilmine göre isimdir. Arap lisânında hiçbir ismin sonu “vav”, öncesi de ötüre değildir; ancak “Hû” ism-i şerifi müstesna... O da Hz. Mevlâ’ya mahsus bir isimdir.
(5) Tevhid, Sûrî ve Hakiki olmak üzere iki türlüdür. Sûrî tevhid, insanı “Galata köprüsü”nden bile geçiremez; çünkü o yalnız dildedir. Hakiki tevhid ise kalpte olur. İnsanı hem dünyada hem de âhirette en ulvî (yüce) makamlara kavuşturur. Buna Tevhîd-i ihlâs da derler. (Süleyman Hilmi Tunahan k.s. hazretlerinin sohbetlerinden, nakleden talebelerinden Ziya Sunguroğlu)
(6) Enbiyâ sûresi, 21/25.
(7) Âl-i İmrân sûresi, 3/64.
(8) el-Mektûbat, İmâm-ı Rabbânî, 3, 17.
(9) el-Mektûbat, İmâm-ı Rabbânî, 1, 266.
(10) Kur’ân-ı Kerim, Hadîd sûresi, 57/3.
(11) Kur’ân-ı Kerim, Rahmân sûresi, 55/26-27
(12) Kur’ân-ı Kerim, Hadîd sûresi, 57/3.
(13) Kur’ân-ı Kerim, Enbiyâ sûresi, 21/22.
(14) Kur’ân-ı Kerim, Fâtır sûresi, 35/3.
(15) Kur’ân-ı Kerim, Mü’min sûresi, 40/16.
(16) Kur’ân-ı Kerim, Mü’minûn sûresi, 23/91.
(17) Kur’ân-ı Kerim, Mâide sûresi, 5/73.
(18) Kur’ân-ı Kerim, İsrâ sûresi, 17/42-43.
(19) Kur’ân-ı Kerim, Şûrâ sûresi, 42/11.
(20) Cevher lûgatte, bir şeyin yapıldığı madde, esas, maya, öz, kök mânâlarına gelir. Kelâm ilminde ise cevher, boşlukta yer tutan ve varlığını hissettiren şey, asıl, zât mânâsında kullanılan bir tâbirdir.
(21) A‘raz kelime olarak, aslından ve doğuştan olmayıp, eğreti ve değişip ayrılabilir olan hâl ve sıfat; sonradan ortaya çıkan durum demektir. Kelâm ilmi ıstılâhında ise, var oluşu, ancak kendisini taşıyan başka bir varlıkla hissedilen, kendi başına boşlukta yer tutamayan şeye a‘raz denir. Kendi başına boşlukta yer tutan ve a‘razlara mevzû teşkil eden yani a‘razları taşıyan şey için de ayn tâbiri kullanılır. Meselâ cisimlerin rengi, şekli, kokusu, tadı vb. birer araz; bunlara mevzû teşkil eden madde ise ayn’dır.
(22) Kur’ân-ı Kerim, Fetih sûresi, 48/10.
(23) Kur’ân-ı Kerim, Rahmân sûresi, 55/27.
(24) Kur’ân-ı Kerim, Tâhâ sûresi, 20/5; Müteşâbihat ve mukaatâtla ilgili daha geniş bilgi için bkz. “Kur'an'da müteşâbih âyetler ve mukattaa harfleri” başlıklı makale.