SLAM DÜZENİNDE ÜCRET ve MAAŞLAR
Burada hemen söylemliyim ki, bu batının Rönesans medeniyeti demir-çelik medeniyetidir, insan insanlığını bırakıp makineye uydu olmuştur. O sebeple de insanlığını yitirmiştir. Sanki memur bir robottur ve işçi de bir robot olmuştur. Artık insan, iki ayaklı olarak bu rolünü bırakmalı, insanlığına geri dönmelidir. Bu da ancak bu faizci-casus ve münafık üreten düzenin, kültür ve medeniyetin terk edilmesiyle olur. Tekrar ediyorum: İnsanların yeniden insanlıklarını elde edebilmeleri için bugünkü savaş medeniyeti, stresli-hasta ve hapçı kültür, faizci ve sömürü kapitalist ekonomi terk edilmesi şarttır. Bu da ancak ilkokuldan tüm üniversitelere kadar din ile bilim okutulup öğretilmekle olur.
Bugün memurların aldığı maaşlar ve işçilerin ellerine geçen ücretler hep faizdir. Durun hemen itiraz etmeyin, anlatacağım ve açıklayacağım. Bazı arkadaşlarımızın yaptığı gibi kışkırtıp provokasyon yaparak inkarcılığa sapmayı asla kabul etmiyorum ve reddediyorum. Burada elifi görse mertek sananlar bize yön vermeye kalkıyorlar. Ben cahillere ve uydulara uyacağım. Kendileri Hz. Muhammed gibi bir Peygamber dururken ona buna uyarak şuncu buncu olanlar benim de kendilerine uymamı istiyorlar. Bakıyorlar ki, bu olmayacak; o zaman da aleyhime dönüyorlar. Çok ayıp çok ayıp…
Ücret de maaş da ekonomik bir olaydır. İslam ekonomide taraflara kazan kazan felsefesini getirerek her iki tarafın da gönülden hoşnut olup razı olmasını şart koşmuştur. Yani bu bir ticarettir; her iki taraf kazanacak ki, karşılıklı rıza gerçekleşmiş olsun. (Nisa 4/ 29). Bunun gerçekleşebilmesi için önce gelirlerin gelmesi yani vergilerin devlet bütçesine yatırılması sonra harcanması gerekir. Bugün ise bunun tersi yapılmakta ve o sebeple de devlet dairelerinde birçok israflar yapılmaktadır. Çünkü önce ihtiyaçlar belirlenmekte bu arada 3 olan 5 gösterilmekte ve sonra da buna göre vergiler salınmaktadır. Bu ise tam bütçe esasına aykırıdır. Memurlar tahsil ve yaş baremlerine göre maaş alacakları için ne kadar vergi gelmiş ise o vergiler bu baremlere göre pay edileceğinden, devlete az gelir geldiği zaman az maaş, çok gelir geldiği zaman çok maaş alacaklarından tüm memurlar hep müspet-olumlu çalışırlar, bu gün git yarın gel demezler, çünkü işler ne kadar çabuk görülürse iyi hizmet verilirse üretim çok olur ve devletin gelirleri de çok olur.
İşçiler de böyle olacak, işçi ve memurlar maktu-belli bir maaş ve ücret almayacaklar, gelirden ve kazançtan yüzde alacakları için her bir işçi ben bu fabrikanın sahibiyim az kazanırsa az ücret, çok kazanırsa çok ücret alırım duygusu ile çalışacaktır.
Halbuki bugün bunlar böyle olmuyor. Devlet geliri az olsa da çok olsa da memur aynı maaşı aldığından kazan kazan usulü burada çalışmıyor. Devlet çok gelir aldığı zaman memur az maaş almış oluyor ve zarar ediyor. Gelirler az olduğu zaman da maaş çok olduğundan devlet zarar ediyor. İşte böyle bir taraf kazanırken diğer taraf kaybettiği için bu maaşlar faiz oluyor. Faiz demek zaten karşılığı olmayan fazlalık demektir. ( Bak: Serahsi, Mebsut, XII, 109,)
Netice olarak işçi olsun memur olsun, tahsil ve yaş baremlerine göre alacakları ücret ve maaş miktarları belli olur. Memurlar gelire göre maaş, içiler de kazanca göre ücret alırlarsa bu faiz olmaz. Ama bugünkü gibi maktu-belirli ücret ve maaşlar, bir taraf kazanırken diğer taraf kaybedeceği için faiz olur. Faiz de papaz Calvine kadar tüm dinler, tüm felsefe ve filozoflar tarafında yasaklanıp haram kılınmış, ekonomik bünyenin kanserinden başka bir şey değildir.(bu konu hakkında yazılı ya da sözlü cvb bekliyorum abi )
*******
Başüstüne kıymetli kardeşim!
Emrin olur!
Fakat zatınıza sözlü olarak ulaşamayacağımıza göre, müsaade-i âlilerinizle yazılı olarak cevap vermeye gayret edelim.
***
Peki, bunun nesine cevap vereceksin ki?!
Kişi kendi anlayışına göre bir takım İslâmî değerleri kıstas alarak kafasında bir sistem oluşturmaya çalışmış… Meselelere de o doğrular perspektifinden bakarak kendince iktisadi hayata dair çözümler üretmeye çabalamış. Ne diyelim; Allah sa’yini meşkür eylesin.
Tabii ki bu çalışmalar iyi güzel de, temel olmayınca binayı-inşayı neyin üzerine yapacaksın? Söylediklerini/önerdiklerini hangi sistemde tatbik edeceksin? Bütün bu gayretler, kapitalist sisteme İslâmi çözümler üretme gayretkeşliğinden öte neyi ifade edecek, ne kadar yararı olacak ki? Kaş’ı düzeltelim, kirpikleri düzene sokalım, tamam da; göz görmüyorsa ya da temelde yoksa, bu mesailer neye yarayacak? Bu tür çabalar, itikadı düzeltmeden amelle meşgul olmaya benzemiyor mu?
Hani meşhur tabirimizdir; deveye sormuşlar:
- Boynun neden eğri, diye… O da cevap vermiş:
- Nerem doğru ki?..
Kapitalist sistem bu!
İslâm’ın ise, her alanda olduğu gibi, içtimai/sosyal hayatı da iktisadi/ekonomik hayatı da tanzim eden düsturları, kaideleri bellidir. Burada uzun uzadıya sayıp dökmenin bir gereği de anlamı da yok. Bu alanla meşgul olanlar, zaten bilir hangi eserlerde hangi bahislere müracaat edeceklerini…
Kısacası tekerleği de Amerika’yı da yeniden-yeniden keşfetmeğe gerek var mı? Ayrıca Asr-ı Saadet’ten başlayarak en son ceddimiz Osmanlı’ya kadar İslâm tarihi boyunca tatbikatı da gözler önündedir. Hoca Nasreddin rahmetullahi aleyh’in fıkrasında olduğu gibi, samanlıkta kaybettiğimiz cüzdanı sokakta aramanın bir mantığı yok!
Ancaaak…
İslâmi olmayan sistemlerin ârızalarına İslâmi reçeteler yamamaya çalışmak da herhalde abesle iştigalden başka bir şey olmasa gerek. Ahmed’in rahatsızlığını gidermek için Mehmed’in vücuduna zerkedeceğiniz ilacın bir faydası olur mu?
Kısacası İslâm ve Müslümanlar, beşeri-kapitalist sistemin hastalıklarına çareler üretmek durumunda ve zorunda değil. Yamalı bohçaya bir yama da sen atmışsın, bunun kime ne kadar yararı olabilir?
Çözüm, köklü tedavilerle olur ancak. Palyatif tedbirlerle değil.
Kaldı ki İslâm hukuku, Müslüman’ın her durumda dinini yaşayabileceği düsturları-umdeleri getirmiştir. Dünyanın neresinde ve hangi ülkesinde olursa olsun, onun için bir çaresizlik bahis mevzuu değildir. Nerede, nasıl, hangi ölçülere göre hareket edeceğini bilir şuurlu bir Müslüman... Öyle kendisini çözümsüzlük girdabında görmez, bulmaz.
Elbette ki insanlığın maddi açıdan da manevi cihetten de saadet ve selameti, kurtuluşu, huzur ve sükûnu İslâm’ı bihakkın yaşamasına bağlıdır. Zira onu en iyi bilen, onu Yaratan’dır. Bunda hiçbir mü’minin kuşkusu yoktur, başka yerlerde ve sistemlerde çareler de aramaz.
Binaenaleyh, insanlığın sosyal ve ekonomik problemleri karşısında beşeri sistemlerin bîçareliği, faiz sarmalının dehşeti, adaletsizlik anaforunun korkunçluğu, hak-hukuk anlayışının değil, hep menfaatlerin-bencilliklerin öne çıktığı bu kapitalist sistemi kanaatimce anlatmaya bile gerek yok. Zaten yaşıyoruz topyekün dünya milletleri olarak. Öyle veya böyle…
İslâm hukukunun ne söylediği belli, hangi alanda hangi usûl ve esasların câri ve mer’î olması gerektiği de ortada… Önemli olan, sağlam temellerin atılıp, cemiyet binasının sağlıklı inşa edilmesidir.
Fakaaat! O hasretini çektiğimiz düzenin inşaası da zor, hatta muhâl gibi gözükmekte… Zira Ruhu’l-Beyan sahibinin ifadesiyle, Osmanlı, (İslami düzen-sistem bakımından) son’un, son’un, sonuncusu olduğuna göre, zahir planda böyle bir sistem beklemek de ham hayâl gibi geliyor. Öyle ise, dinimizin ölçülerince hakkaniyetle neyi ne kadar yaşayabiliyor, hayatımıza uygulayabiliyorsak, onları yapmaya gayret edeceğiz.
“…Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir…” [Bakara suresi, 286]
Vesselâm…