İslâm mantık dinidir” sözü, özellikle İslâm dinini akla-mantığa uydurmaya çalışan kimseler tarafından son dönemlerde sıklıkla kullanılan, doğru yönü de bulunmakla birlikte eksik bir ifadedir.

Çünkü dini mantığa sığdırmaya çalıştığınızda, bunu başaramazsınız, çerçeveyi taşar… Din mantığa sığmayacak denli derin ve geniştir. Eskilerin tabiriyle “arîz ve amîk”tir... Dini hükümleri mantık çerçevesine oturtmaya çalışan kişi, bir yerden sonra -âmiyâne tabirle- saçmalamaya başlar. Dini mantığa uydurayım derken, mantıksız konuşmalariyle, tavur ve davranışlarıyla gülünç durumlara düşer.

Mesela; eti helal olan hayvanları düşünün… Tavuk, keçi, koyun, sığır, deve vb… Bunları Allah’ın (c.c.) adıyla kesmediğin, Besmele'yi kasten terk ettiğin zaman eti haram olur, yenmez. Peki bunu mantık ölçüleriyle ele alırsanız, nasıl izah edeceksiniz? Usûl-i fıkıhtaki meşhur misâli düşünün; mazereti dolayısiyle orucunu tutamayan kimsenin keffâret vermesini... Oruç, yemeyi-içmeyi ve saire terk etmek, keffâretse yedirip içirmektir. Birbirine zıt iki şey! Hangi mantıkla bunun açıklamasını yapabilirsiniz? Daha buna benzer nice mevzular-meseleler vardır.

O bakımdan yukardaki söz, dediğimiz gibi yanlış değilse de eksiktir. Kasta göre farklılık arz eder.

İslâm dini hem “akıl-mantık”, hem de “nakil” yani nasslara istinaden eden dindir. Aklın-mantığın, muhakeme ve mukayesenin bittiği yerde devreye “nakil” girer… Nasslar (ayet ve hadisler) yol gösterir; neyin ne olduğunu, nasıl inanılması ve uygulanması gerektiğini onlar anlatır. İtikatla-inançla kısacası “iman”la meseleyi halledersiniz.

Dolayısiyle İlahi emirler ve yasaklar içerisinde akılımızın alabileceği, nedenini-niçinini araştırıp hikmetini kavrayabileceği hususlar olduğu gibi, tam tersi yönde olanlar da mevcuttur.

***

Kelâm ilmi tabirleriyle ifade edecek olursak, İlahi emirler, “ta’lîlî” ve “taabbudî” olarak iki kısma ayrılırlar. Ta’lîlî olanlarda makul ve mantıklı sebepler-hikmetler aranabilir, bulunabilir. Taabbudî olanlarda ise, neden-niçin arayamazsınız, arasanız da bulamazsınız. Şairin dediği gibi, “Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez”! onlar teslimiyeti gerektirir, olduğu gibi kabul edip inanılması ve gereğinin yapılması icap eder. 

Bu hususu Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri şöyle beyan buyurmuşlardır:

"İlahi emirler iki kısımdır:

1- Ta'lîlî (illetli) emirler: Sebebinden sorulabilir.  Mesela, zekâtın farz olmasının sebebi gibi...

2- Taabudî (illeti sorulamaz) emirler: Sabah namazı niçin iki rek'at de, öğle namazı dört rek'at, denmez! Emredildiği gibi eda edilir. Mesh, mestin niçin altına yapılmıyor da üstüne yapılıyor, denmez! Bunun gibi, kumandan askere;

- Şu dağa ateş et, emri verince, asker illet (sebep) soramaz. Sorarasa cezalanır. Keza kul da, emrolunduğu gibi amel etmekle mükellef olup, illet sormaya salâhiyeti yoktur. Âriflerin emirleri dahî böyledir... Tavsiye ve telkînâtları, Hakk'a vâsıl olmak için olmakla beraber, men'ettikleri de, felâketten selâmete delâlet (öncülük-kılavuzluk-rehberlik) içindir." [Hatıratım, ali Erol, s. 33-34]

***

Netice itibariyle dinler, dinî hükümler her zaman ve zeminde mantık istemez; zira bir bakıma din, inanma ve kendini bağlama işidir. Dolasiyle İslâm, hem akıl-mantık hem de nakil dinidir.

***

Diğer bir açıdan değerlendirecek olursak; İslâm’ın hükümleri, esasları insan fıtratına / hilkatine / yaratılışına uygundur… Pek çok ilahi emir ve yasak insan aklının-mantığının kabul edebileceği tarzdadır. Aklın mantığın dışına taşanlar da “iman”la çözümlenir.

***

Hadis-i şerifte, “Limen lâ akle lehu lâ dîne lehu” buyrulmuş. Yani aklı olmayanın / mecnunun dini de yoktur demek. Aklı olmayan dinle-imanla mükellef değil. Nitekim dinî emir ve yasaklar, ergenlik çağına gelmiş, aklı başında olan insanlar için söz konusudur. Aklı olmayan kimselere herhangi bir sorumluluk yüklemez İslam dini… Böylece akla önem verdiğini, akla hitap ettiğini ve bu açıdan “bir mantık dini” olduğunu da ortaya koymuştur. Bu cihetten bakıldığında sözün doğruluk yönü de vardır elbette...

***

Kur’an-ı Kerim’in üslubu, hadis-i şeriflerdeki ifade ve açıklamalar baştan sona hakikatleri akla kabul ettirmek için gereken aklî, mantıkî delillerle, darb-ı mesellerle-örneklerle doludur. Allah’ Teala’nn birliği, Hz. Muhammed Mustafa'nın (s.a.v.) son ve hak peygamber olduğu, Kur’an’ın Allah’ın kelamı bulunduduğu, ölümden sonra dirilmenin varlığı, ahiret hayatı anlatılırken hep aklî delillere, mantıkî misallere yer verilmiştir.

***

İnsan bu âleme imtihan için gelmiştir. Ölüm ve hayat imtihan için verilmiştir. Bir emir ya da yasak insan aklını-fikrini-düşüncesini tatmin etmiyorsa, orada âdil bir imtihandan da söz edilemez.

Mesela ilköğretim öğrencisini üniversite veya doktora çalışmalarında geçerli olan bilim dallarına ait sorulara muhatap tutarsanız, ona haksızlık etmiş olursunuz.

Bu sebepledir ki, Kur’an’da sık sık insanların aklına, fikrine vurgu yapılmakta, “Hiç mi düşünmüyorsunuz? Hiç mi aklınızı kullanmıyorsunuz? Hiç mi tefekkür etmiyorsunuz?” manasına gelen ifadelere/hitaplara yer verilmektedir.

***

“İslam dini mantık dinidir” sözüyle kişi, kendi aklını, kendi mantığını esas almayı kastediyorsa; bu düşünce, bu tespit tamamen yanlıştır.

Çünkü ona göre, “Madem aklın yolu birdir”, öyleyse onun aklının almadığı şeyler doğru değildir... İslâm adına ne varsa, kendi aklına aykırı olan her şey yanlıştır! Neden? Zira, İslâm akıl dinidir. Aklın almadığı şeylerin dinde de yeri yoktur.

***

Oysa bu gibi insanların aklı, “akıl” kavramını anlamaktan da âcizdir. Zira akıl, kendi başına -dış tesirlerden uzak olarak- her şeyi kavrayamaz; bilakis akıl eğitildiği-öğretildiği bilgiler, fikirler istikametinde meseleleri kavramaya çalışır. Gerekli eğitimi almamış bir kimsenin aklı ne kadar yüksek olursa olsun, ondan akılca çok daha geride olan bir bilgisayar mühendisinin, bir tıp doktorun, bir din âliminin yaptığı işi kavrayamaması, yapamaması, becerememesi, bu gerçeğin açık delilidir.

İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretlerine göre, insanın aklı-fikri-mantığı yerinde bile olsa, ona, bulunduğu yere, irşad edecek, hidayet yolunu gösterecek bir peygamber yani akla rehberlik edecek bir kılavuz gelmemişse, bu gibi insanlar yarın hesap gününde imanla bile mükellef tutulmuyor, biribirlerinden haklarını aldıktan sonra, hayvanlar gibi toprak oluyor... Yani “ke-en lem yekün”; “hiç” hükmüne tabi bulunuyorlar.

Eğer aklın-mantığın kendi başına bir değiri olsaydı, sözü edilen insanlar neden mükellef ve mes'ûl olmayacaklardı?!

***

Bu mevzuda ifade edilmesi gereken önemli bir nokta da şudur:

Bazı kimselerin akıl erdiremediği bir meselenin “mantıkî olmadığını” söylemeleri doğru olmaz. Bir çoğumuz, fizik, kimya, astronomi, matematikle ilgili pek çok meseleyi bilmiyoruz, aklımız ermeyebiliyor. Ama, hiç kimse bazı insanların aklı ermez diye bu ilimlerin aklî, mantıkî olmadığını iddia etmez. Çünkü akıl, kendi başına her şeyi keşfedecek güçte değildir. Böyle olsaydı, peygamberlere (aleyhimüsselâm) ihtiyaç kalmazdı.

Her işin uzmanlık alanı vardır. Başkasının akıl erdiremediği ilgili alanın meselelerine uzmanlar kolaylıkla akıl erdirebilirler. Bunun gibi, bazı kimselerin İslâm’ın, Kur’an’ın hakikatlerine akıl erdirememeleri o hakikatlerin aklî, mantıkî olmadığını göstermez.

***

Bir diğer bir önemli nokta da; -yukarıda zikrettiğimiz üzere- İslâm’da “taabbudî” olarak anılan ve zâhiren akıl ile anlaşılamayan bazı meselelerin varlığı, kulluğun test edilmesine / imtihanına yöneliktir.

İman esasları ilmîdir, aklîdir, mantıkîdir, naklîdir. İslâm esaslarından -az da olsa- bir kısım meseleler ise, aklı tatmin etmek için değil, teslimiyeti test etmek için vardır. İman esasları kabul edildikten sonra aklın kolaylıkla kavrayamadığı bazı hususlar da olmalıdır ki, insanın sadece aklına mı yoksa iman ettiği Kur’an’a, Peygambere, Allah'a mı teslim olduğu ortaya çıksın...

***

Özetlemek gerekirse;

Madem Kur’an Allah’ın kelâmıdır, öyleyse -aklım, mantığım almasa bile- söylediği her şey doğrudur.” diyen imtihanı kazanır.

“İslâm'daki’daki şöyle bir meseleyi aklım almaz” deyip tereddüt gösteren kimse de, imtihanı kaybeder. Zira bu ikinci şahıs imanında samimî değildir... Yahut tahsili / elde edilmesi kolay olmayacak denli bir cahildir. Şâirin, “Cehlin böylesi sehl olmaz” dediği türden...

Mesela, sabah namazının iki, öğle namazının dört rek’at olması akla tâbi olan bir mesele değildir.

Ancak, domuz eti ve içki neden haram kılınmıştır, kumar ve faiz niçin yasaktır ve saire gibi meseleleri ilim ve hikmet düsturu-ölçüleri ile açıklayabilir.

Dikkatle incelenecek olursa, asıl itibariyle İslâm'da mantığa dayalı olan ikinci kısım yani ta’lîlî emir ve yasaklar, taabbudî kısma göre daha geniştir.

***

Dilerseniz son olarak, Kur’an-ı Kerim’de anlatılan, bize göre önce taabbudî gibi gözüken, fakat araştırmalar sonunda ise ta’lîli bir beyan olduğu anlaşılan bir hadiseyi ele alalım…

Sadece kendi akıl ve mantığını ölçü alan insan, bunun da öncesinde, ‘aklım-mantığım almıyor’ deyip inanmayacaktır mutlaka…

Ama sonrasında durumun, tamamen bambaşka bir hüviyet kazanacağı da muhakkak…

Gelin, ayetleri ve onlarda anlatılan acîp / enteresan hadiseyi birlikte okuyup takip edelim.

Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

“(Acı ve tatlı) iki denizi salıverdi birbirine kavuşuyorlar. Fakat aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyorlar. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” [Rahman suresi, 19-21]

Ünlü deniz araştırmacısı Kaptan Jacque Cousteau da şöyle diyor:

“Bazı araştırmacıların, farklı deniz kütlelerini birbirinden ayıran ‘engeller’in bulunduğu hakkındaki görüşlerini inceliyorduk. İncelemelerimiz sonunda gördük ki; kendine hâs/özgü sıcaklığı, tuzluluğu ve yoğunluğu bulunan Akdeniz, kendine özgü canlılar barındırır. Daha sonra Atlas Okyanusu'ndaki su kütlesini inceleyince onun, Akdeniz suyunun özelliklerinden tamamen farklı olduğunu gördük... Bu iki su kütlesi, binlerce yıldan Beri Cebel-i Tarık Boğazı'nda birleşiyordu. Buna göre iki denizin karışması ve sonuç olarak tuzlulukta, yoğunlukta, içerdikleri madde oranında eşit veya eşite yakın bir durumda olmaları gerekirdi. Oysa bu su kütlelerinin birbirine karışmadığını ve her iki denizin yakın kısımlarında dahi ayrı bir yapıya sahip olduğunu hayretle gözledik... Bunun üzerine yaptığımız araştırmalarda bizi şaşkına çeviren bir durumla karşılaştık… Zira bu iki denizin birleşme noktasında bulunan harika bir ‘su engeli’, bunların birbirine karışmasını önlüyordu… Aynı türdeki bir ‘su engeli’, 1962 yılında Alman bilim adamları tarafından Aden Körfezi ile Kızıldeniz'in birleştiği Mendeb Boğazı'nda da bulunmuştu. Sonraki araştırmalarımızda farklı yapıdaki bütün denizlerin birleşme noktalarında aynı ‘su engeli’nin bulunduğunu gördük.”

***

Denizlerdeki ‘su engeli’ ile ilgili açıklamasından sonra, yakın arkadaşı olan Dr. Maurice Bucaile, Kaptan Cousteau'ya, bu keşiflerinin yeni olmadığını… Çünkü bunun asırlar öncesinde Kur'an'da açıkça belirtildiğini söylüyor… Ve kendisine bazı ayetleri gösteriyor.

Kendisine sunulan ayetleri büyük hayranlıkla dinledikten sonra Cousteau,

“Modern bilimin ondört asır geriden izlediği Kur'an'ın, Allâh'ın kelâmı / sözü olduğuna tanıklık / şahitlik ederim” demiştir.

Darısı, 'İslâm dini mantık dinidir, ben mantığıma uymayan şeylere inanmam!' demekte ısrar eden inatçı güruhun başına...

 

Go to top