Hz. Ali'nin (r.a.) kendinden önceki üç halîfeye bîati
Hemen belirtelim ki; İslâm Tarihi ve benzeri adlarla ortalıkta dolaşan Şîa ve bazı Aleviyyü’l-meşreb menşe’li zevâtın (maalesef bazı meşhur ulemâdan bazıları dahi ucundan-kenarından da olsa bu gruba dahildir) kitaplarındaki, Hz. Ali’nin (r.a.) Hz. Ebu Bekir’e (r.a.) bîat etmek istememesi gibi beyanlar kesinlikle doğru değildir, hilâf-ı hakikattir. Aksine bunlar, fitneyi mucip, kargaşa körüklemeye mâtuf ifade ve açıklamalardır. Zaten bu curcunayı estirenlerin, gürültü-patırtı ve şamatayı yayanların hedefi de hiç şüphe yok ki odur! Binaenaleyh bu ve emsâli konuşma ve tartışmalardan şiddetle kaçınmak gerekir. Çünkü Hz. Ali’nin (r.a.) bîatte gecikmesinin sebebi, hiç de onların eveleyip geveledikleri türden değildir. Asıl ve gerçek sebep, Rasûl-i Zîşân Efendimizin (s.a.v.) teçhiz-tekfin ve defin işleriyle meşgul olmasından dolayıdır. Yoksa onun ne itaatinde ne de bîatında hiçbir problem yoktur, olmamıştır. Problem gibi gösterilmek istenen hususlar, tamamen normal hayatın detaylarıdır. Bunun böyle olduğu, aşağıdaki izahlarda ve bilhassa Hz. Ali’nin (r.a.) bizzat kendi beyanlarında gayet net olarak görülecektir. Lütfen dikkatle okuyalım.
***
Meselenin safahatı
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.). irtihal-i dâr-i beka eylediğinde, Müslümanlar kendilerini idâre etmek üzere Hz. Ebû Bekir'i (r.a.) Halîfeliğe / Devlet Başkanlığına getirdiler.
Bilindiği gibi, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), iki vazifeyi birden üstlenmişti:
Birisi, Allah Teâla’dan gelen vahyi, yâni İlâhi emirleri-nehiyleri insanlara tebliğ etmek;
İkincisi, bu vahiy hükümlerine göre, başında bulunduğu devleti idare etmekti.
Onun vefatıyla sadece vahiy değil, Nübüvvet de son buldu. Artık Peygamber gelmeyecek, inanan insanlar, Son Peygamber’e (s.a.v.) gelen Kur'an-ı Kerim’le ve O’nun Sünnetiyle kendi hayatlarına yön verecek, düzenlerini kuracaklardır. Başka bir ifadeyle, Müslümanlar, hayatlarının her yönünü bu iki ana kaynağa göre tanzim edecekler, bunlara ters düşen hayat kanunlarını, rey’leri, örf ve âdetleri tanımayacaklardır.
Bu iki kaynağın özü olan İslâm'ı Allah Teâlâ tek nizam kabul etmiş ve bunun dışında kalan sistemleri tanımayacağını şöyle ferman buyurmuştur:
" Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onda (bu din) asla kabul olunmaz ve o, âhirette de en büyük zarara uğrayanlardandır!" [Âl-i İmran suresi, 85]
Rasûl-i Ekrem’in (s.a.v.) vefatıyla, kanun değil, kanunun tatbikçisi olan Hz. Muhammed (s.a.v.). Müslümanlar arasından ayrılmıştır. Dolayısiyle, onun irtihalinden sonra, Müslümanlar yeni kaynaklara değil; zaten mevcut olan kaynakları tatbik edecek bir insana, bir idâreciye muhtaçtılar. Yâni vâkıa, kanun boşluğu veya yokluğu değil, lider yokluğuydu; bu lideri bulmak lazımdı ki, bu ihtiyacı da, baslarına “Halife” dediğimiz devlet başkanlarını getirerek giderdiler.
Halife seçimi
Fahr-i Âlem (s.a.v.). kendi vefatından sonra, Müslümanları idare etmek üzere, sarahaten bir halife seçmek istemediğinden, çünkü buna yeteri kadar vakti vardı, halife seçim işi Müslümanların inisiyatiflerine birikilmiş; onlar da, Peygamber'lerinin (s.a.v.) vefatından sonra, kendilerini yönetmek üzere Hz. Ebû Bekir’i (r.a.) seçip bîat etmişlerdir.
Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) bîat etmiş olmasına rağmen, daha sonraki senelerde, bazı gruplar Hz. Ali’yi (r.a.) ona karşı göstermek istemişler ve maalesef bu şekilde başlatılan ihtilâf asırlarca sürmüş, binlerce Müslümanın ölümüyle neticelenen savaşlara sebebiyet vermiştir. Halbuki bunlar, dava arkadaşı, cihâd ve siper ortaklarıydılar. Bunlar, hayatlarını Allah'a hizmette yarıştırmış olan insanlardı. Hepsi de Fahr-i Kâinat Efendimizin (s.a.v.) ashabının önde gelenleriydi.
İşte, bu mevzuyu en güzel bir şekilde tahlil ettiğine inandigimiz, Hz. Ali’nin (r.a.) bir konuşmasıyla açıklamak istiyoruz.
Hz. Osman’ın (r.a.) şehit edilmesiyle başlayan ve İslâm tarihinde "el-fitnet'ül kübrâ (en büyük fitne)” diye adlandırılan hareketten sonra, halife seçilmiş olup, hilâfetini tanımayanlarla savaşmak üzere Basra'ya gitmiş olan Hz. Ali’ye (r.a.), İbnu'l-Kevva' ve Kays b. İbâd Basra'ya gidişinin sebebini sorup şöyle dediler:
- "Müslümanlar in karşı karşıya gelip birbirlerini öldürecekleri bu gelişin, Rasûlullah’ın (s.a.v.) sana olan bir ahdi veya emriyle midir?"
Hz. Ali (r.a.) şu cevabı verdi:
"Bu hususta Rasûlullah’ın (s.a.v.) bana bir ahdi olup olmadığını soruyorsunuz. Bana verilmiş böyle bir ahid yoktur. Vallâhi ona ilk inanan ben olduğum gibi, ona ilk defa yalan isnâd eden ben olmayacağım. Şayet bu mevzuda Rasûlullah’ın (s.a.v.) bana bir ahdi olsaydı, Ebû Bekir ve Ömer'in (r.anhuma) onun minberine çıkmalarına müsaade etmezdim, elimle onlarla savaşırdım (Rasûlullah’ın) emri olduğu için…
“Fakat Rasûlullah (s.a.v.) ne öldürüldü, ne de âniden öldü. Hastalığı bir kaç gün ve gece devam etti. Müezzin ona namaz vaktini bildirmek için geldiğinde, O Müslümanlara namaz kıldırtmak için Ebû Bekir'e emrederdi. Kaldı ki, benim orada olduğumu da görüyordu. Hanımlarımdan birisi (Hz. Ebû Bekir'in kızı Hz. Âişe r.anhuma) Rasûlullah’a (s.a.v.), bu vazifeyi Ebû Bekir'den almasını söyleyince kızdı ve;
"Siz kadınlar Hz. Yûsuf’un başını derde sokanlarsınız, Ebû Bekir'i geçirin Müslümanlara namazı kıldırsın!" buyurdu.
“Allah (c.c.), Rasûlünün (s.a.v.) ruhunu alınca, işimize baktık ve Rasûlullah’ın (s.a.v.) dinimiz için lâyık gördüğünü dünyamız için seçtik. Namaz, İslâm'ın aslıdır; o dinin emri, dinin direğidir. Biz (bunun için) Ebû Bekir'e bîat ettik ve o, bu işin ehliydi. İçimizden iki kişi dahi ona muhalefet etmedi. Ebû Bekir'e hakkını edâ ettim ve ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri arasında cihad ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle hadd cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim…
“Vefat edince, yerine Ömer geldi ve arkadaşının (Ebû Bekir'in) yolunu takip etti, onun gibi hareket etti. Böylece Ömer'e bîat ettik ve içimizden iki kişi dahi ona muhalefet etmedi. Hiç birimiz de başkasını ona tercih etmedik. Ömer'e hakkını edâ ettim ve ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihad ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle hadd cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim…
“Ölünce Rasûlullah’a (s.a.v.) olan akrabalığımı, İslâm'da önceliğimi / selefiyyetimi ve bu işe liyâkatimi düşünerek bu mevzuda başkasının bana tercih edilmeyeceğini sandım. Öldükten sonra, onun yüzünden halifenin bir günah işlememesi ve kendini mes’uliyetten kurtarmak için Ömer hilâfeti çocuğuna yasakladı… Ve yeni halifeyi seçmek üzere altı kişilik bir hey’et seçti ki, ben onlardan biriyim. O isteseydi oğlunu seçebilirdi; yapmadı.
“Hey’et toplanınca, kimsenin bana tercih edilmeyeceğini sandım. Abdurrahman b. Avf, kimi halife tayin ederse, ona kesinlikle itaat edileceğine dair bizden söz aldıktan sonra Osman b. Affan'ın elini tutarak, eline vurdu ve bîat etti. Ben de işime baktım. Ona itaatim ise, bîatımdan önce oldu. Böylece Osman'a bîat ettik. Ona hakkını edâ ettim ve itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihâd ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle hadd cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim. ( Hz. Ali r.a. kendinden önce bîat ettiği halifelere kesin bir itaatla bağlıdır.)
“Vurulunca, kendi işime baktım. Rasûlullah’ın (s.a.v.) iki halifesi gitmiş, birisi de vurulmuştu. Haremeyn'deki (Mekke ve Medine'deki) ve iki bölgedeki (Bağdat ve Şam) Müslümanlar bana bîat ettiler. Bunun üzerine birisi ortaya atıldı ki, dengim değil; ne Rasûlullah’a (s.a.v.) olan akrabalığı benimki kadar yakın, ne ilmi benim ilmime denk ve ne de İslâm'daki önceliği benimki gibi eskiydi. Dolayısiyle ben bu işe ondan (Muaviye'den) daha lâyıktım!” [Süyûtî, Târîhu'l-Hulefâ, el-Kahire, 1964, s. 177-178; Kaynak: Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Tarih Şuuru, Seha yayınları]
N e t i c e
1. Rasûlullah (s.a.v.), hilâfet hususunda kesin bir tavır takınmamış, kimseyi halife seçmemiştir. Nitekim Hz. Ali'nin (r.a.) yukarıda buyurduğu gibi, o bu mevzuda bir emir vermiş olsaydı, onun emri kanun olduğundan, mutlaka yerine getirilirdi.
2. Namaz İslâm'm aslıdır, temelidir, direğidir. Asılsız, yani temelsiz hiç bir şey düşünülemediği gibi, namazsız bir İslâm da tasavvur edilemez. Hz. Ali (r.a.) bunu delil kabul ederek, Rasûlullah’ın (s.a.v.) namaz için seçtiği imamı, devlet başkanı olarak kabul ediyor.
3. Hz. Ali (r.a.), kendinden önce bîat ettiği halifelere kesin bir itaatla bağlıdır.
4. Hz. Ali, Hz. Muaviye'den (r.anhuma) de kendisine aynı şekilde itaat istiyor ve hilâfete kendisinin lâyık olduğunu söylüyor.
5. Asırlardır Müslümanlara kabul ettirilmeye çalışıldığı gibi, Hulefa-yi Râşidîn (r.anhum) hazeratı birbirine düşman değillerdir. Öyle olsaydı, yani Hz. Ali, Hz. Ömer'i sevmeseydi ona kızı Ümmü Gülsüm'ü verir miydi? Allah’ın Aslanı olan Hz. Ali'nin korkudan "takıyye" yapıp kızını Hz. Ömer’e verdiğini düşünmek en azından haksızlık olur. Binaenaleyh böyle bir şey söz konusu dahi olamaz.
6. O örnek halifelerin bir tek endişesi vardı, o da; İslâm'ın gereği gibi tebliği-tâmimi ve de tatbiki! Başkaca hiçbir düşünce ve endişeleri yoktu.