Halis ECE

Mü'minlerin biribirlerini sevmelerinin rahmet ve berekete vesîle olacağı, aksinin ise hüsran ve felâketlere yol açacağı gerek Kur’ân-ı Kerim ve gerekse hadîs-i şeriflerde çok açık bir şekilde bildirilmiştir. Tarihte misâlleri / örnekleri, hem müsbet hem de menfi açıdan gözardı edilemeyecek ve burada da sayıp dökülemeyecek kadar çoktur.



Hakikat bu iken, maalesef bugün, mü'minin ayıbı-günahı, hatası-kusuru üzerinde iz sürmek, hafiyelik yapmak İslam toplumlarında âdeta bir hastalık hâlini almıştır. Oldukça ciddi hîle ve tertiplerle, mü'minler arasında olması gereken ülfet-ünsiyet ve muhabbet yok edilmeye çalışılmaktadır. Yapılan tertiplerin başında, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, “günah hafiyeliği” ve buna benzer halleri teşvik gelmektedir.

Böylece mü'min, kendi kusurlarından çok din kardeşinin günahlarıyla meşgul olmakta; kardeşine karşı tecessüste nefis ve şeytanla mesâi arkadaşlığı yapmak gibi çok kötü ve tehlikeli bir ortaklığın içine düşmektedir. Oysa tecessüs, iki tarafı da keskin bir kılıç gibidir. Kimi zaman mahrem dünyaların kapılarını parçalar sert darbelerle… Kimi zaman hata ve kusurları örten perdeleri, ayıpları setreden düğmeleri açar titreyen parmaklarla... Yani ne sosyal ne ekonomik, nemekanik ne de elektronik dünya fark etmez onun için. Ve gün gelir tecessüs, mütecessisin kendisini mahveder, helak eder!

Tecessüsün ardından da, maalesef dedi-kodu ve gıybet seansları ile korkunç bir kul hakkı alanına dalınmakta ve büyük vebâller yüklenilmektedir. Halbuki hepimizin bildiği üzere kul hakkı, şehidin bile ödemeden yakayı kurtaramadığı çok tehlikeli bir günahtır. Zira her türlü tevbe ve istiğfar dahi yapılsa, o kuldan özür dileyip helâllik alınmadığı takdirde, kul hakkı affedilmez. Binâenaleyh o kişi, âhiret hayatında mutlaka onun cezâsını çeker.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim'de buyuruyor ki: “Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin). Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan tiksindiniz. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, (ahirette de mü'minlere) rahmeti bol olandır." (1)

Mü’minler, Allah Teala’nın sevmediğini bildikleri davranışlardan titizlikle kaçınır. Başka birisi hakkında kötü niyetle araştırma yaparak bilgi toplamaya çalışmaz. O ortamda bulunmayan bir kimse hakkında hoş olmayan, duyduğunda kalbini kıracak sözler söylemez. Onun özel alanına girip haklarına tecavüz ederek şeytanın rüzgârına, nefs-i emmarenin kasırgasına kapılmaz. Mü’min kardeşi hakkındaki düşünceleri daima hüsn-i zan ve hep hayır yönündedir. O kişinin iyi ve güzel yönlerini düşünür, konuşur, onun hakkında hayır duada bulunur. Nitekim müminlerin, doğruluğundan kesin olarak emin olmadıkları bir hususta hayırlı yorumlar yapmaları gerektiğine Rabbimiz (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de şöyle işaret eder:

“Onu işittiğiniz zaman, erkek müminler ile kadın müminlerin kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup, ‘bu, açıkça uydurulmuş iftira bir sözdür’ demeleri gerekmez miydi?" (2)

Demek ki mü’min; ailesi, komşuları, arkadaşları ve çevresindeki diğer insanlarla ilgili olarak sürekli iyi olanı düşünmeye, hayırlı olanı konuşmaya gayret eder, etrafındakileri de bu cihete yönlendirmeye çalışır. Bununla birlikte insan yaratılışı itibariyle unutkandır, hata yapabilir. Böyle bir vartaya düştüğünde ise bu yanlış davranışını fark eder etmez, hemen Allah Teala'nın afvına, rahmet ve mağfiretine sığınmalıdır.

Kısacası Rabbimiz (c.c.), tecessüs etmeyin yani mü'minlerin eksiğini-gediğini, hatasını-kusurunu bulacağız; açık delil ve işâretler, ya da emare ve alametler, belge ve bilgiler elde ederek zan ve yakîn meydana getireceğiz diye, câsus gibi inceden inceye yoklayıp araştırmayın; açık olanı tutun, Allâh'ın örttüğünü örtün, buyuruyor. İslâm hukukunun ve de tabii hukukun en temel kaidelerinden biri şudur: “Biz zâhire/görünene göre hükmederiz; kalplerdekini bilen ancak Allah’tır.”

Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.), bir hutbelerinde mütecessislerle ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Müslümanlara eziyet etmeyin, onları kınamayın, kusurlarını araştırmayın; zira kim Müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa, Allah (c.c.) da kendisinin kusurlarını açığa çıkarır. Allah Teala, evinin içinde dahi olsa böylesini rezil rüsvay eder." (3)

Tecessüste bululanların/günah hafiyeliği yapanların düşecekleri kötü durum ise Kur'ân-ı Kerîm'de müstakil bir sûrede anlatılmıştır. İlk ayet şöyledir:

"Veyl (yazıklar olsun, vay haline) her hümeze ve lümezenin!" (4)

Ayet-i kerimede geçen "hemz" kelimesi gıybet etmek, göz kırpmak, gözle işaret etmek, dürtmek, itmek, vurmak, ısırmak, kırmak manalarındadır. "Lemz" ise, gıybet ve kusur araştırmak, ayıplamak gibi anlamlara gelmektedir. "Lemz'in insanları çekiştirmek veya yüzüne karşı ayıplamak, "hemz"in de arkadan çekiştirmek anlamına geldiği veya tam tersi olduğu da söylenmiştir. (5) Ancak ikisinde de ortak olan nokta, hangi ortamda olursa olsun, insanların hakarete maruz bırakılması ve küçük düşürülmesidir.
***
Rivâyet olunur ki, Hz. Ömer (r.a.), Medîne-i Münevvere'de, emniyet ve âsâyişi temin için, geceleyin sokakları bizzat dolaşırdı. Bir gece bir evde şarkı söyleyen bir adamın sesini işitti. Duvardan aştığı gibi içeri girdi. Baktı ki; adamın yanında bir kadın, bir de şarap var!

Bu vaziyet karşısında Hz. Ömer (r.a.),

— Ey Allâh'ın düşmanı, dedi, sen günah işleyeceksin, Allah da seni muhakkak örtecek mi sandın?

Adam,

— Sen de acele etme, ey mü'minlerin emîri! dedi. Ben bir günah işledimse, sen üç türlü günah işledin:

1. Allah Teâlâ, “Tecessüs edip ayıpları-eksikleri araştırmayın” buyurdu, sen ise gizliliği araştırdın.

2. Allah Teâlâ “Evlere kapılarından girin” (6) buyurdu, sen duvardan aştın.

3. Allah Teâlâ, “Kendi evlerinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip, ev halkına selâm vermedikçe girmeyin” (7) buyurdu. Sen ise, benim evime izinsiz girdin.


Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.),

— Nasıl, şimdi sizi affedersem, sizde hayır var mı? Yani sen de beni affeder, tevbe eder misin? dedi. Buna mukabil o adam da,

— Evet, deyince, o şekilde bırakıp çıktı ve gitti. (8)
***

Velhâsıl, mü’mine yakışan ahlâk; başkalarının eksiğiyle-gediğiyle meşgul olmak değil, kendi kusur ve noksanlarını ikmâl ve itmam etmeye gayret etmektir.

Keza idarecilik/yöneticilik/organizatörlük/moderatorluk (küçük veya büyük fark etmez) pozisyonunda olanların da, sorumlusu bulundukları kişi veya işleri murâkabe/teftiş/kontrol ederken hiçbir sûrette hukukî ve ahlâkî usûllerin dışına çıkmamaları lâzımdır. Aksi takdirde, kaş yapayım derken göz çıkarmak işten bile değildir.

Yazımızı, bir hikmet erbâbının sözleriyle noktalayalım:

“Başkalarının gizli olan ayıplarını ortaya serme. Cemiyet nazarında onları sevimsiz, kendini de itimatsız edersin.”

Cenab-ı Mevla-yi zû’l-Celâl ve’l-Kemâl hazretleri tecessüsten de mütecessislerin şerrinden de bütün mü’minleri muhafaza buyursun.
***

TEFEKKÜR NOTLARI

• İhlâs yok ise, iflâs mukadderdir.

• Bazı soruların cevaba ihtiyacı, bazılarının liyâkati yoktur.

• Sevgiyi bilen sevmeyi bilir. Biz sevgiyi öğretmeden sevmeyi öğretmeye çalışıyoruz.

• Te’vil-i fâsit (saptırıcı yorum) kurnazlığı, sistematik yalanlar üretme ahmaklığının metodolojisidir. Kendini aldatmakla işe başlar, sahte bir tutarlılık ütopyasıyla herkesi de aldatabileceğini zanneder.
(Ahmet Selim)



DİPNOTLAR
(1) el- Hucurât, 49/12
(2) en-Nur, 24/12
(3) Ebû Davud, Sünen, Edeb, 35
(4) el-Hümeze 104/1
(5) İsfahânî, 454-546; Fîrûzâbâdî, 674-675-681; İbn Fâris, 938
(6) el-Bakara, 2/189
(7) en-Nûr, 24/27
(8) Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Kitabevi İst., VII, 208

Go to top