Mehmed Niyazi, ZAMAN, 05 Haziran 2006 Pazartesi
Türkiye Diyanet Vakfı’nın İslam Araştırma Merkezi, kısa adı İSAM olan kurum, gerçekten hayırlı, kültür ve bilim hayatımız için lüzumlu işler yapıyor.
Bu sıra başında Prof. Dr. Mehmed Akif Bey’in bulunduğu İSAM’ın, bilebildiğim kadarıyla en önemli işi İslam Ansiklopedisi’ni çıkarmak ve kütüphanecilik hizmeti vermektir. Otuzuncu cildi yayınlanan ansiklopedi tamamlanınca, dünyanın önemli kültür kaynakları arasında sayılabilecek bir esere kavuşacağız. Yıllardan beri müdürlüğünü sayın Fatih Çardaklı’nın yürüttüğü kütüphanecilik hizmeti ise en modern şekilde yapılmaktadır. Açık raf usulü verilen hizmette kitap sınırlaması bulunmuyor. Köln Üniversitesi’nde sipariş ettiğimiz kitaba ancak ertesi gün ulaşabildiğimiz halde, İSAM’da istediğimiz an ulaşmaktayız. Okuyucu için büyük nimet olan bu metot, çalışanlarına ağır külfet getirmektedir; fakat mesleğimizin icabı deyip işlerini yapıyorlar. Gittikçe de kütüphane gözle görünür bir tarzda zenginleşiyor. Bina yapmak, müessese kurmak nispeten kolay; ama o müesseseyi temiz, düzenli, gayesine matuf tutmak bizim gibi ülkelerde hemen hemen imkansız. Pırıl pırıl bir müesseseye üç yıl sonra uğradığımızda, ahıra döndüğünü görürsek şaşırmıyoruz; çünkü olağan telakki ediyoruz. Temiz, bakımlı İSAM’da ise işler ilk açıldığı günkü gibi yürümektedir. Bu da bize çalışanlarının, sorumluluklarını müdrik olduklarını, işlerini sevdiklerini anlatır. Ülkemiz böyle kaç müesseseye sahiptir? Ancak bunların çoğalmasıyla çağdaşlaşabiliriz; gerisi laftır, slogandır.
Hafta geçmez ki İSAM’da yerli veya yabancı bir bilim adamı konferans vermesin. Yetkilileri dün ve evvelki gün de değişik ülkelerden katılan bilim adamlarıyla çok önemli bir sempozyum düzenlediler. Ölümünün altı yüzüncü yılı münasebetiyle UNESCO 2006’yı “İbn Haldun Yılı” ilan ettiği için çeşitli ülkelerde ünlü düşünür anılmaktadır. Ülkemizde de İSAM’ın yetkilileri, yirmi beşi yerli, onu yabancı bilim adamının katılmasıyla ciddi bir sempozyum yaptılar. İki gün boyunca “İbn Haldun’un Mirası”, “Dünyada İbn Haldun Okumaları”, “İbn Haldun Gözüyle Günümüz ve Gelecek” olmak üzere üç ana bölümde birbirinden muhtevalı bildiriler sunuldu.
İbn Haldun’u “Mukaddime” adlı eseriyle tanırız. Aslında üstat Mukaddime diye bir kitap kaleme almadı. Altı ana bölümden meydana gelen El-İber’in Önsöz, Giriş ve Birinci bölümünden oluşan kısmına Mukaddime denmektedir. Mukaddime, tarihe, sosyolojiye, devlete dair genel ilkeler ihtiva ettiğinden, bütün insanlığı ilgilendirmekte, dolayısıyla İbn Haldun onunla tanınmaktadır. Diğer bölümleri değişik kavimlerin tarihlerini, sosyal yapılarını anlatır; ancak ilgi duyanlarca bilinirler.
Tarihin ve diğer sosyal bilimlerin kurucu babası kabul edilen İbn Haldun’dan, Adam Smith’den, Karl Marx’a kadar Avrupalı irili ufaklı bütün sosyal mütefekkirler yararlanmışlardır. Osmanlıca’ya da çevrilmiş, Katip Çelebi’nin, Naima’nın, Hayrullah Efendi’nin, Ahmed Cevdet Paşa’nın ve daha pek çok aydınımızın dikkatini çekmiştir. Fakat Osmanlı’nın klasik uleması İbn Haldun’a soğuk bakmıştır. Çünkü devlet konusunda üstat Biyolojik Nazariyeyi kurmuş ve benimsemişti. Oysa Osmanlı ulemaları devletlerini “ebed müddet” olarak nitelendiriyorlardı.
Bugünkü modern anlayıştaki tarihi gün ışığına çıkaran İbn Haldun’dur. Ona göre tarihin zahirî ve batınî yönleri vardır. Zahirî yönüyle tarih olup bitenleri nakletmektedir. Bu bakımdan tarih, olayların nasıl gerçekleştiğini ve ne gibi sonuçlar doğurduğunu, devletlerin sınırlarının neden değiştiğini anlatır. Batınî yönüyle tarih ise bunları mümkün kılan hususların neler olduğunu tespit etmeye çalışır. Gelişmeler, medeniyetler sebep değil, sonuçturlar. Sonuç olmaları itibarıyla İbn Haldun onları ortaya çıkaran sebeplerin neler olduğunu ve bu sebeplerin bir düzeni bulunup bulunmadığını araştırmıştır. Günümüzde tarihin bu şekilde ele alınışına “Tarih Felsefesi” denmektedir, fakat ne yazık ki henüz bilim literatürümüzde bu kavram yerini almamıştır.
Yirmi birinci yüzyılda bile toplumumuzu tepeden inme emirlerle, moda cereyan, sloganlarla düzenlemeye, ileri götürmeye çalışıyoruz. İbn Haldun’u okursak havanda su dövdüğümüzü idrak ederiz. Ama kim okur, kim dinler…