PROF. DR. TAHSİN GÖRGÜN, ZAMAN. 03.06.2006 CUMARTESİ

[Vefatının 600. yıldönümü anısına]

Tarihte yaşamış ve yaşadıktan sonra unutulmayan insan sayısı, genel olarak insanların sayısına bakılacak olursa, çok sayılmaz. Ancak İslam tarihi bu açıdan, başka dinler ve medeniyetlere göre, oldukça zengindir.

Bu zenginlik sadece vefa borcu ile alakalı olmayıp her şeyden önce klasik dönemdeki ilim öğrenme ve öğretmenin hem formu hem de muhtevasını işaret eden “sened” ile alakalıdır. İnsanlar ilmi, özellikle kendileri için dünya ve ahiret saadetini sağlayacak olan ilmi, bilenden öğrenmekte; bu bilenler zinciri de nihai olarak ilmini doğrudan Cenab-ı Hakk’tan alan Peygamber Efendimize ulaşmaktaydı. Bu zincirin koptuğu veya zayıfladığı dönemler, Müslümanların zaafa düştükleri dönemlere tekabül etmekte veya Müslümanların senedi koparmaları, onların “zaafa” düştüklerinin alameti olmaktaydı. Yunus Emre bir şiirinde, “yani er koptu erden, elin çekmez murdardan, Deccal çıkacak yerden, ne sarp zaman olısar” derken, tam da bunu ifade etmekteydi.

Bu tavrı eserinde sistematik olarak ortaya koyan ve İslam tarihinde ilmin sadece felsefesini değil, böylece sosyolojisini de yapan düşünür, İbn Haldun’dur. İbn Haldun, 27 Mayıs 1332 tarihinde Tunus’ta doğmuştur. Aslı Yemen’in Hadramut bölgesindendir. Dedeleri çok önceleri Yemen’i terk ederek Endülüs’e yerleşmiş; oranın toplumsal ve ilmi hayatına önemli katkılarda bulunmuşlardır. Kendisi de oldukça maceralı bir hayattan sonra 17 Mart 1406 tarihinde Kahire’de vefat etmiştir. (1)

İbn Haldun İslam düşüncesinin ve onun mühim bir parçası olan Türk düşüncesinin önemli temsilcilerinden birisidir. Önemli temsilcilerinden biridir, çünkü hem kendisinden önce hem de kendisinden sonra çok sayıda düşünür yetişmiş; önemli eserler vermiş ve talebeler yetiştirerek, “senedi” muhafaza etmişlerdir. İbn Haldun da, bütün bir İslam tarihi dikkate alındığında, alimler zincirinin bir halkasıdır ve o şekilde bilinmiştir. İbn Haldun özellikle Osmanlı uleması tarafından benimsendiği için, onu aynı zamanda Türk düşüncesinin bir unsuru olarak görmek gerekmektedir. Türkiye’de müşahede ettiğimiz İbn Haldun ilgisi de bunu doğrulamaktadır.

İslam dünyasının büyük düşünürü

İbn Haldun, özellikle Türkler tarafından takdir edilmiş; kendisinin üstlenerek sürdürdüğü ve fikirlerinin esasını teşkil eden ve Maveraünnehir düşüncesini sürdüren büyük Türk düşünürleri tarafından dikkatlice takip edilmiş, okunmuş, incelenmiş ve değerlendirilmiştir. İbn Haldun’un en mühim ve abidevi eseri olan Mukaddime’nin altı kitabından ilk beşi dünya dillerinden ilk olarak Türkçeye Pirizade Mehmed Sahib Efendi tarafından 1731 yılında tercüme edilmiştir. Pirizade’nin tercümesi, İtalya’da benzer bir konuda, planı ve muhtevası Mukaddime’ye epeyce benzeyen “Scienza Nuova” isimli bir eser yazmış olan Giambattista Vico’nun eseri ile aynı döneme denk düşmektedir. Vico da eserinin ilk baskısını aynı yıllarda yapmış olmakla birlikte, daha sonra üzerinde biraz daha çalışarak nihai şeklini vermiş ve 1744 yılında bugünkü hali ile neşretmişti. Bu eserde Vico, İbn Haldun’un üç yüz yıldan daha fazla bir zaman öncesinde dile getirdiğine benzer bir şekilde, manevi ve tarihi ilimlerin, daha başka bir ifade ile insanın kendi yaptıklarının, insanlar tarafından daha iyi bilineceği tezinden hareketle, insan ilimlerinin tabii ilimlerden daha kesin ve daha fazla dikkate değer olduğunu savunmuştu. Bu tezinden dolayı ona Batı dünyasında genellikle “manevi veya tarihi ilimlerin kurucusu” gözüyle bakanların sayısı hiç de az değildir. Pirizade’nin tercümesi, klasik Osmanlı ulemasının yaptığı tercümeler gibi, kelime kelime bir tercüme olmayıp, kitabın bir tür yeniden telif edilmesi şeklindedir. Daha sonra eseri Fransızcaya tercüme eden Baron de Slane, yaptığı tercümenin doğru olup olmadığını Pirizade’nin tercümesinin Münih’te bulunan bir yazma nüshasını inceleyerek tahkik ettiğini ifade etmektedir. Pirizade’nin eserinin yazma nüshasının Münih’e nasıl ulaştığını henüz tespit etmiş olmamakla birlikte, bu tercümenin, Mukaddime’nin nasıl anlaşıldığının önemli bir alameti olduğu gibi, aynı zamanda daha sonra Doğu’da ve Batı’da gerçekleşen birçok gelişmenin de öncülüğünü yaptığını söylemek mümkündür. Bu öncülükte Türklerin özellikle Mukaddime ile yakından ilgilenmelerinin önemli bir payının olduğunu söylemek gerekmektedir. Bu konuda Mukaddime’nin çok sayıda yazmasının Türk kütüphanelerinde bulunması da, yeterince fikir vermektedir.

“Kendi gök kubbesindeki tek yıldız”

İbn Haldun hakkında çalışan birçok araştırmacı onun öncüsüz ve öncesiz bir iş yaptığını; hatta onun Cemil Meriç’in ifadesi ile “kendi gök kubbesindeki tek yıldız” olduğunu iddia etmiştir. Bu iddia genellikle Ebu Hamid el-Gazali (öl. 1111) sonrasında Müslümanlar arasında, özellikle onun felsefe eleştirisinin etkisi ile, düşüncenin gelişmesinin durduğu; hatta 12. asırdan sonra genel olarak İslam Medeniyeti’nin bir duraklama sürecine girdiği iddiası ile birlikte dile getirilmektedir. Ancak son zamanlarda yapılan araştırmalarda, Gazali’nin felsefe eleştirisinin, zannedildiğinin aksine düşünceyi engellemek yerine, İslam düşüncesinin daha da fazla felsefi bir muhteva kazanmasını sağladığını ortaya koymuştur. Bu çerçevede özellikle Fahreddin er-Razi ve onun talebelerinden oluşan ve kısaca “muhakkikun” denilen büyük düşünürler grubunu hatırlamak yeterlidir. Her birisi kendi başına büyük bir düşünür olan Adudiddin el-İci, Sa’deddin et-Teftazani ve Seyyid Şerif el-Cürcani yanında Devvani ve sırf Grek filozoflarını kendi orijinal dillerinde okumak için Grekçe öğrendiği rivayet edilen Amidi, Gazali sonrasında, onun eleştirileri ışığında felsefi düşünceye katkıda bulunan yüzlerce büyük düşünürden sadece birkaçıdır. İbn Haldun da, Gazali sonrası gelişen ve zirvelerinden birisini Molla Fenari’de bulacak olan düşünürler arasında yerini almış ve bu sebeple, yaşadığı döneme bakıldığında yalnız kalmış ve tek başına bir şekilde yetişmiş bir düşünür olmayıp, yaşadığı asırda kendisi ile birlikte yaşayan çok sayıda önemli düşünürden birisi olarak, İslam düşüncesi tarihindeki mümtaz yerini almıştır.

İbn Haldun, eserinde Maveraünnehir’de büyük âlim Fahreddin er-Razi etrafında ve ona bağlı olarak geliştirilen metafiziği toplum alanına tatbik ederek, tarihte ilk defa toplumu bilimsel olarak inceleme imkânını ortaya koymuş; aynı geleneğe bağlı olan Osmanlı düşünürleri tarafından da, herhangi bir sorun olmadan anlaşılmıştır. İbn Haldun tarihte ilk defa toplumu kendi başına müstakil bir konu olarak ele almış; daha önce özellikle filozofların bu alanda yaptıklarını, olanı ortaya koymaya çalışmak yerine, olması gerekeni ifade etmeye yönelmelerinden dolayı yetersiz bulmuştur. Olanı ne ise o olarak en genel düzeni içerisinde kavramaya çalışmaya metafizik denildiği hatırlanacak olursa, İbn Haldun’un toplumu tam da bu anlamda araştırmaya konu yaptığı, yani “var olması bakımından toplumu” tarihte ilk defa ele aldığını söylemek mümkündür.

Tarihin bilinen ilk sosyoloğu...

Onun meseleyi ele alırken sık sık tarihten ve hayatın içinden misaller vermesi ve bu anlamda “sosyolojik” tahliller yapması, birçoğunun onun sosyolojik bir çalışma yaptığını düşünmesine; aynı şekilde toplumsal hayatın bir boyutu olarak iktisadi ilişkilere özel ehemmiyet vermesi ve bu hususu büyük bir dikkatle incelemesi, onun eserinde “iktisat” ilmini yaptığının düşünülmesine sebep olmuştur. Benzer bir şekilde bazı araştırmacılar onun “tümevarımcı” bir yöntem kullandığını, eserindeki bazı örnekleri dikkate alarak, söylemişlerdir. Genel olarak toplum ile ilgili olan hemen bütün ilimler ve bunların gelişmesini inceleyenler, İbn Haldun’da öncülerini görmüşlerdir. Sosyolojiden başlayarak sosyal psikoloji, siyaset bilimi, iktisat bilimi, bilgi ve bilim sosyolojisi, tarih bilimi ve tarih metodolojisi yanında tarih felsefesi gibi çok sayıda alanın, kendilerinin öncüsü olarak İbn Haldun’u takdim etmeleri buradan kolayca anlaşılabilir. Hakikaten İbn Haldun, bunların hepsini haklı çıkaracak gerekçeleri önemli eseri “Mukaddime”de ve diğer eserlerinde zengin bir şekilde takdim etmektedir. Ancak İbn Haldun, bir metafizikçiden beklendiği gibi, ilgili olduğu bütün konuları, muhtelif misallerle açıklarken, bu misalleri mümkün kılan esası tespit etmeye yönelmiş; kendisinden önce kimsenin ilgilenmediği bu alanı bir metafizik olarak, kendi ifadesi ile “hikmet’in bir parçası” olarak, tedvin etmiş ve buna da “umran ilmi” adını vermiştir. Umran ilmi sadece toplumsal hayatı değil, toplumsal hayatın var oluş zemini yanında (usul), onun içinde geçtiği temel kategorileri (kavaid) de kendisine konu edinirken, asıl amaç olarak olup biteni (havadis) anlaşılır hale getirmek ve geleceği de bu çerçevede, bir imkan tasavvuru içerisinde şekillendirmeye yönelmeyi mümkün kılmak olarak belirlemiştir. Bu sebeple onun eserinde bulunan ifadeleri metafizik, bilimsel ve olaylar seviyesi olmak üzere en azından üç ayrı seviyede okumak, doğru anlaşılmaları için zaruri gözükmektedir. İbn Haldun ile ilgili dile getirilen birçok iddiaya, genellikle bu seviyelerden biri ile irtibatlı olduğu için, hemen yanlış demek doğru olmamakla birlikte, doğruyu tam olarak ifade etmedikleri söylenebilir.

İbn Haldun bu sebeple hem sosyolog, hem sosyal psikolog, hem bilgi ve bilim sosyoloğu, hem tarihçi, hem tarih felsefecisi, ….. hem iktisat biliminin kurucusudur. Ancak onu bunlardan sadece biri ile nitelendirmek, en iyi ihtimalle, eksik olacaktır.

Not: TDV İslam Araştırmaları Merkezi bu büyük düşünürün vefatının 600. sene-i devriyesi vesilesi ile 3-4 Haziran 2006 tarihleri arasında “Geçmişten Geleceğe İbn Haldun, Vefatının 600. Yılında İbn Haldun’u Yeniden Okumak” başlıklı uluslararası bir sempozyum düzenliyor. Bilgi için tel: 0216 4740850


(1)- Hayatı, eserleri, düşüncesi ve hakkında derli toplu bir bibliyografya için bakınız: “İbn Haldun”, DİA (TDV İslam Ansiklopedisi), Cilt XIX, s. 538-555 ve XX, s. 1-12

Johann Wolfgang Goethe Üniversitesi öğretim üyesi

Go to top