Başta siyasî, tarihî, sosyal, dinî, ekonomik, kültürel meselelerimiz olmak üzere... hemen her sahada geniş bir ilme ve araştırmaya, fevkalâde derin bir vukuf ile tesbit, teşhis, terkip ve tefekkür melekesine sahip ender yazarlarımızdan... değerli dostum-ağabeyim Ahmet Selim (Zeki Önal) Beyefendi ZAMAN'daki bugünkü (01 Kasım 2007) yazısında İTTİHATÇILAR'ı ele almış, enteresan tesbitlerde bulunmuş... Çok çok önemli bulduğum bu yazıyı, üyelerimiz ve okurlarımızla paylaşmak istedim. Saygılarımla... Halis ECE
***
Yanılma ve şaşırma
İttihatçılar başlangıçta milliyetçi değillerdi. Savundukları şey "İttihâd-ı Anâsır" idi. Yani Osmanlı'nın Müslüman olan olmayan bütün unsurlarının özgürlüğünü savunuyorlardı.
Yeni Osmanlılar, o zamanın liberalizmini kurtarıcı olarak görüyor, padişah gidince istibdadın yıkılıp ortalığa nur yağacağını düşünüyorlardı. Zaten gayr-i müslim Osmanlı unsurlarının istediği de özgürlüktü. Padişah düşürülüp de özgürlük gelince onların da bir derdi kalmayacaktı ve Osmanlı Devleti liberalleşen haliyle mutlu, güçlü, bahtiyar olacaktı. Bütün mesele, padişah denilen müstebidin (önce Abdülaziz'in, sonra Abdülhamid'in) yok edilmesiydi. Ermenilerin Abdülhamid'e düzenlediği suikastı "ey şanlı avcı!" diye övüyordu bizim liberal ve de pozitivist Batıcılar.
Çok basitti yahu! İlan et hürriyeti, Osmanlı Devleti şâha kalksın!
Namık Kemal bile tutuklandığı zaman Fransız Milli Marşı olan Marseyyez'i mırıldanıyordu. Kutsal Fransa'nın kutsal marşı! Neredeyse muska yapıp kalplerinin üstüne koyacaklardı, kazadan beladan korusun diye.
Dünya nerede, biz neredeyiz, aramızdaki farklar ne, kendi şartlarımıza göre ne yapmamız gerekir? Yoktu böyle bir düşünce merakları!
Bir gün, bizim, Fransa'ya firar etmiş liberallerimiz, orada bir toplantıya katılırlar. Koca salonda bizimkiler bir öbek oluşturmuşlardır, etraflarında çeşitli gruplar da vardır. Bir ara her grup kendi milli marşlarını sırayla söylemeye başlar ve sıra bizimkilere gelir. Enteresan bir durum doğar; bizimkiler telaşlanır: "Ne yapacağız şimdi? Bizim milli marşımız yok!" Aralarında telaşla ve panikle bir çare aramaya başlarlar ve içlerinden biri bir keşifte bulunur: "Tekbir edelim arkadaşlar!" Itrî'nin tekbiri, dalga dalga yayılır salona! Herkesin tüyleri diken diken olur! Nedir bu yahu! Açık denizlerin iri dalgaları olur, kıyıdaki köpüklü ve çırpıntılı dalgacıklara hiç benzemez. Deniz adeta kabarır ve yükselir, sonra bir sükûnet düzlüğü ve yatışması oluşur. Sonra bir daha, aynı heybetle bir dalga daha yükselir, yükselir, yükselir... Itrî'nin tekbiri bir hissi uyandırır bende. Yatışıyor, sönüyor sanılan noktada; eskisinden daha güçlü yeni bir mehabet dalgası gelir...
Herkes hem şaşırmış, hem çok etkilenmiştir. "Nedir bu, nedir bu?" diye sorarlar.
O salonun liberal Fransızları bal gibi millici. Bizimkiler ise Marseyyez'e meftun! Ama adamlar zorluyor: "Hadi bakalım siz de, kendi marşınızı, sesinizi, heyecanınızı seslendirin de görelim" diyor. Itrî'nin tekbiri bir can simidi oluyor bizimkilere.
Bu olayı ilk okuduğumda, gözyaşlarım kendiliğinden yuvarlanmaya başlamıştı. Ağlama bile değildi bu. Bir yandan gülümsüyordum çünkü. Anneciğim telaşlanıp ne oldu deyince, "yok bir şey, bir şey yok, hiçbir şey yok" nakaratını takılı kalmış bir plak gibi tekrarlayıp durmuştum: "Hiçbir şey yok, hiçbir şey..."
Meşrutiyet Bayramı'ndan 10 yıl sonra, devlet bitti. Batı bizim topraklarımızı da yurdumuzu da, bağrımızı da paramparça etti... Abdülhamid'e müstebit diyenler; istibdadın ve müstebitliğin ne olduğunu, muhalefet edeni vuran İttihatçı yönetimi sırasında gördüler.
... Hafif bir aydın yanılgısı! Yanılmaz mı insanlar, onlar da yanılmışlar işte! Hepsi iyi niyetliydi, vatanperverdi... Yukarıda anlattığım olayda, o Fransız salonunda, "Bu arkadaşların ayrı bir milli marş söylemelerine lüzum yok, Marseyyez onların da milli marşıdır." deselerdi bizimkiler bayram yapardı... Böyle yanılgı olmaz. Böyle düşünce, böyle entelektüel olmaz. Buna yanılma değil, şaşırma denir ve "Allah şaşırtmasın" duası çok güzel bir duadır.