Halis ECE


Râbıta-i şerifeyi inkâr etmek mümkün değildir. İnkâr edenler ise, ya çok câhil, ya da çok inatçı olduklarından dolayı kabul etmemektedirler.

Câhile tavsiyemiz; bilmediği şeye karışmamasını söylemekten ibârettir. Zira bir insan, cehline rağmen, şu helâldir, şu haramdır, derse; Allâh’ın (c.c.) göndermediği bir hüküm ile hükmetmiş, şerîatta olmayanı şerîata sokmuş, şerîatta olanı da şerîattan çıkartmış olabilir. Bu ise küfürdür! Cenâb-ı Hak, “Kim Allâh’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse, işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir”(1) buyuruyor.

Bildiği halde inat ve itiraz edene ise tavsiyemiz; ilmi ile amel etmesi, inadı bırakıp nefsinin hevâsına uymamasıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, “Hevâ ve hevese uyma; yoksa bu seni, Allâh’ın yolundan saptırır”(2) buyuruyor.
İnat edip hevâsına tâbi olmakta ısrar ediyorsa, bilmelidir ki, mânevî bakımdan kalb hastasıdır. Bu gibi kimselerin yapacağı ilk iş; kalblerini tedâvî etmeleridir. Aksi halde, tatlı zikirlerin zevkine varamayacakları gibi, onların meşru’iyetini açıkça gösteren delilleri de görüp anlamaları mümkün olmayacaktır!
***

PEYGAMBERİMİZİ (S.A.V.) SEVMEK VE ONA OLAN RÂBITA

Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’e muhabbet farzdır.

İmâm Buhârî’nin (rh.) Hz. Enes’den (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerifte şöyle buyuruluyor:

“Ben sizden birinize; babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, (kâmil) mü’min olamazsınız.”

İnsanın kendi nefsi de “bütün insanlar” tâbiri içine dâhildir. Buna göre, Peygamberimiz’e (s.a.v.) olan sevginin, her şeyin üstünde olması gerektiği açıktır. Nitekim Hz. Ömer (r.a.), “Yâ Resûlellah! Sen bana, nefsim hâriç, her şeyden daha sevgilisin” deyince, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, “Hayır; Allâh’a yemin ederim ki, ben sana nefsinden daha sevgili olmadıkça...” buyurmuştur. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Şu anda sen, nefsimden daha sevgilisin” diyerek, onu, imanın kemâli için nefsi de dahil, her şeyden daha çok sevdiğini ifade etmiştir.

Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimizi sevmenin alâmetleri ise şunlardır:

a) Onu fazlaca anmak,

b) İsminin anılması hâlinde, salavât-ı şerîfe getirerek hürmet ve saygı göstermek,

c) Sünnetlerine uymaktır.

Bu hususlarda, hiç şüphesiz ashâb-ı kirâm, zirvede idi... Onlar, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in mübârek isimlerini huşu‘ ile yani saygı ve sevgi ile vücutları ürpererek zikrederlerdi...

İslâm âlimlerinin îzahlarına göre muhabbet; sevdiğini, devamlı olarak anmak ve kalben ona meyletmektir. Kısaca, sevdiğinin huzûrunda olsun veya olmasın, onu hatırından çıkartmamaktır.

Peygamberimiz’e (s.a.v.) çokça salevât-ı şerife getirmekteki maksat da; lâzım olan bu muhabbeti temin edip ziyadeleştirmek... Ve böylece Resûlüllah Efendimiz’i, hayâlinde temessül ve tasavvur edebilmeyi mümkün kılabilmek içindir.

Şeyh Ahmed bin Abdü’l-Hayy el-Halebî kuddise sırruh, Peygamberimiz’e (s.a.v.) salât ve selâmın âdâbı mevzuunda dedi ki:

“Kişi, salât ve selâm getirmeye devam ettikçe, kendisinin, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’in dizleri önündeymiş gibi olduğunu tasavvur etmesi hâli teşekkül eder ve bu hâl kuvvet kazanır. Salât ve selâmın kabûlünün alâmeti de, Peygamberimiz’in (s.a.v.) mübârek sûretlerinin nefiste tabiî olarak kolayca sâbit olması, gerçekleşmesidir. Yani hayâlinde düşünüp canlandırması, onun huzûrunda olduğunu mülâhaza etmesinin çok kolay hâle gelmesidir.”

Bütün bu ifadelerden, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’in mübârek sûretlerini tasavvur etmenin lüzûmu anlaşılmaktadır. Ayrıca hiçbir şer‘î delil, bizi bu tasavvurdan men‘etmemiştir. Böylece, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizi tasavvur etmenin, yani ona râbıta yapmanın meşru’iyeti de sâbit olmuş olur.

Mânâ ehlinin büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.) şöyle demiştir:

“Maksadın elde edilmesinde yolların en yakîni, devamlı olarak kalbi şeyhe bağlamak, vâkıât ve hâtırât ilminde yâni mânâ âleminde görülen şeyler, iç âlemde duyulan ses ve alınan mesajlar hususunda ondan istifade ederek şeyhin tasarrufunda fâni olmaktır.”

Mürid, şeyhini kalben tasavvur ettiği zaman, ma’nen ona yakın olur. Kalbini şeyhine bağlayarak ondan istifade eder. Tabiî ki bu fayda, ancak râbıtanın şartlarını-âdâbını bilen ve bunlara riâyet eden kişi için hâsıl olur. Mürid, bir meselenin hallini istediğinde, şeyhini kalbinde hâzır eder ve kalben ona sorar. Onun rûhâniyeti müridine, o meselenin hallini ilham eder. Bütün bunlar, kalbi şeyhe rabtetmekle mümkün olur.

İşte bu yapılan amelin adı, râbıta-i şerifedir. Şeyhin sûretini tasavvur yani râbıta, zikrin verdiği meyveyi verir, hatta ondan daha da tesirlidir.

Şurası muhakkaktır ki; ashâb-i güzînin en çok istifade ettikleri husus, Peygamberimiz’in (s.a.v.) tal‘atını yani mübârek sîma ve çehrelerini görmeleridir. Onun cemâlini görmeleri dolayısıyla, hiçbir riyâzât ve mücâdeheye yani nefse güç ve zor gelen ağır terbiye usûllerini tatbik etmeye ihtiyaçları kalmamıştır.

Bu sebepledir ki, derece bakımından hiçbir kimse, aynı devirde yaşamış olsa bile, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimizi görenlerin mertebesine (sahâbe derecesine) ulaşamamıştır.

Tuhfetü’l-Kitap sâhibi İbnü Ebî Dâvûd el-Hanbelî hazretleri şöyle buyurdular:

“Müridin şeyhine olan bağlılığının alâmeti, kalbini şeyhine bağlayıp onda müstağrak olmasıdır. [Yani sâlik, İlâhî muhabbetin istilâsı altında şeyhini temâşâ ederken, maddî âlem ve mâsivâ hakkında hiçbir his, idrâk ve şuûra sahip olmamasıdır.] Şeyhine taalluk (tam bir bağlılık) hâsıl olursa, buradan, Cemâl-i Sermedî’yi müşâdeheye intikal eder. Bu ise ancak, Allah Teâlâ’yı bilenlerin müşâhedesidir. Yoksa, nefs-i emmârenin şehveti ile fetvâ veren ve kendilerinde nûrdan, rûhaniyetten zerre bile olmayan nasipsizlerin görüp anlayabilecekleri bir husus değildir.”

Abdülvehhâb-i Şa‘rânî hazretleri de, Nedâricü’s-Sâlikîn isimli eserlerinde buyururlar ki:

“... Âdâptan birisi de, müridin, şeyhini gözlerinin önünde hayâl etmesidir. Meşâyih nezdinde bu husus, âdâbın en mühimmi ve en kuvvetlisidir.”

Bahru’l-Mevrûd isimli eserlerinde ise şöyle derler:

“Ey kardeşim! İyi bil ki; bizden birimizin, kalbini şeyhine –ki o şeyh ister hayatta, ister vefat etmiş olsun– bağlaması, muhakkak faydalıdır. Çünkü bizim şeyhe bağlanmamız, onun Allah Teâlâ’ya müstenit olmasındandır.... [Yani hakikatte, onun vâsıtasıyla Allâh’a bağlanmaktayız.] Yoksa, onun şahsına değildir bağlılığımız.”

Şeyh İbrahim bin Ömer Molla İhsâî (k.s.) de Risâle’sinde bu hususu şöyle açıklıyor:

“Mürid için şeyhi ile musâhabe (görüşüp sohbet etmek) mümkün olmazsa, onu hayâlinde tasavvur ederek, şeyhinin huzûrunda olduğunu kabul eder... Tamamiyle şeyhinin vücûdunda fâni olunca da, Allah’a (c.c.) teveccüh eder. Bu usûlü tekrar ede ede, nûr-i İlâhî’nin parlak bir şekilde letâifine gelip, bir takım mânâların açılmasını ve mâsivâdan kurtularak, Allah Teâlâ ile beraber olmasını temin etmiş olur.”(3)
***

SONUÇ

Buraya kadar yaptığımız nakiller ve îzahlar muvâcehesinde, netîceyi şöyle hulâsa edebiliriz:

Samîmi bir kalb ve tam bir muhabbetle kâmil ve mükemmil olan şeyhin sûretini, istifâde ve istifâza mülâhazasıyla, kalben tasavvur etmek, diye târif olunan râbıta-i şerife meşru‘dur...

Zira vesîleyi, bizzat maksûda vâsıl olmaya vâsıta olduğu cihetiyle, hayâlinde canlandırmakta bir beis yoktur. Memnu‘ olan; vesîlenin kendisini, bizzat maksûd kabul etmek, yâni vâsıtayı gâye edinmektir.

Râbıtada ise, böyle bir hâlin mevcût olmadığı âşikârdır; dolayısıyla dînen memnu‘ (yasaklanmış) bir usûl değildir... Edille-i şer‘iyenin hem zâhirine, hem de bâtınına istinat etmektedir. Hatta mubah ve câiz olması bir tarafa, me’murun bih’tir.

Tasavvuf erbâbınca; feyzin menşei, kulu Allâh’a (c.c.) yaklaştıran yolların en yakîni, en üstünü ve en şereflisi olarak kabul edilmiştir. Binâenaleyh, insaf sahibi ilim erbâbınca inkârı kabil değildir. İnkâr edenlerin ise hasta ve zayıf akılları bunu idrâkten âcizdir. Nitekim Rabb’imiz (c.c.) şöyle buyurmuştur:

“(Habîbim), ömrüne yemin ederim ki, hakîkaten onlar (o inkârcılar, mânevî) sarhoşlukları içinde serseri bir halde bocalıyorlardı.”(4)

Gâyet tabiîdir ki, ne söylediğini ne yaptığını bilmeyecek derecede sarhoş olan bu münkir ve muârızların, inkâr ve îtirazlarının ne dinî ne de ilmî bir kıymeti vardır.

Ayrıca onlara, bu inkâr ve itirazlarının hiçbir şey kazandırmayacağı gibi, çok şey kaybettireceği de açıktır... Hatta, inkâr-itiraz ve Allah dostlarına karşı takındıkları bu menfî tavır ve hareketleri, sarf ettikleri edebe aykırı münâsebetsiz sözleri dolayısıyla, ebedî hüsranlarından korkulur.

Bu sebeple Cenâb-ı Hak’tan duâ ve niyâzımız; Ümmet-i Muhammed’e ve evlâdına hidâyet-i kâmile nasip eyleyerek, şerîatın zâhir ve bâtınına âit en küçük bir hükmü dahi inkârdan ve Allah dostlarına itiraz edip cephe almaktan muhâfaza buyursun. Âmîn...


DİPNOTLAR
(1) Kur’ân-ı Kerim, Mâide sûresi, 5/ 44.
(2) Kur’ân-ı Kerim, Sâd sûresi, 18/26.
(3) Hüseyin ed-Devserî, er-Rahmetü’l-Hâbita fî Zikri İsmi’z-Zâti ve’r-Râbita, el-Mektûbâtü li’l-İmâmi’r-Rabbânî hâşiyesinde matbu‘, c. 1, s. 251-268.
(4) Kur’ân-ı Kerim, Hıcr sûresi, 15/72.

Go to top