Selamün aleyküm kıymetli hocam, namazla ilgili aklıma takılan bazı sorular var. Kısa sorular olmasından dolayı tek soruda birleştirdim. Sizi meşgul etmemek için internette araştırdım ama hep farklı cevaplarla karşılaştım.
1-) Rükuya eğilmeden önce eller yana salınır mı, yoksa salınmadan direkt rükuya mı eğilmek gerekir? Eğer, önce eller yana salınacaksa tekbir ile beraber mi salınır, yoksa eller salındıktan sonra mı tekbire başlanır?
2-) ''Allahümme entesselam..'' duası her selamdan sonra mı okunur, sadece farz namazın selamından sonra mı okunur? Aynı şekilde selamdan sonraki 3 istiğfar sünnet namazların selamlarından sonra da okunmalı mı?
3-) Namaz tesbihatı kitaplarının hemen hepsinde namazdan sonraki salavat siğası ''Allahümme sallli ala seyyidina Muhammedin ve ala seyyidina Muhammed.'' olarak geçiyor. Halbuki salat ve selamın birlikte okunmasının daha faziletli olduğu biliniyor. Yaygın olarak kullanılan siğada ''selam'' lafzı olmamasının bir sebebi var mı?
4-) Yatsı namazını evde kılarken tesbihat vitirden önce mi yapılmalı? Vitirden sonra ''Subhanel Melikil Kuddüs'' duası tavsiye ediliyor. Bu dua salavatı şerifeden önce mi okunacak? Ayrıca, vitirden sonra nafile namaz kılınır mı? Yatsıdan sonra nafile namaz kılınacaksa bu vitirden önce mi olmalıdır?
5-) ''Allahümme inni ukaddimu ileyke...'' diye başlayan ve Ayetel Kürsi'den önce okunması tavsiye edilen dua ile ilgili bir sorum var;
-Euzubesmele çekip bu duayı okuyup, ardından Ayetel Kürsi okunması gerek deniyor. Yani duadan önce euzubesmele okunduğu için Ayetel Kürsi okumadan önce tekrar euzubesmeleye gerek olmadığı söyleniyor.
Sizce bu doğru mu? Bu duanın okunuş şekliyle ilgili özel bir durum mu acaba? Ayet değil de Sure okunsaydı durum farklı mı olurdu? Duaya kaynak olarak Hakim Tirmizi Nevadirul Usul bab255 3/267 ve Suyuti Camiul ehadis no412 1/23 gösteriliyor. Bu kaynaklarda bir açıklama var mı?
Allahu Teala sizden razı olsun.
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Öncelikle hatırlatmakta fayda görüyorum; bu gibi hususlarda efrâd-ı ümmet olarak sizlerin-bizlerin mevcut uygulamaları esas almamız yeterlidir. Farklı tatbikatlar da elbette ki olmuştur, hepsinin de Sünnet’te müstenidatı vardır, yapmak isteyenler yapabilir. Biz ibadet-taat, zikir-fikir, tesbih-tahmid-tekbir ve tehlilden yorulabilir, bitkin düşebiliriz ama Hz. Mevlâ’nın sevap yazmaktan, mükâfat vermekten bıkıp usanması mevzuu bahis değildir. O bakımdan dinde ifrat ve tefritten kaçınmak, itidâli / orta yolu tercih etmek gerekir. Benzer ikazlar için bk. http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2393-esmaul-husna.html
Bakıyorum, hem “… namazla ilgili aklıma takılan bazı sorular var. Kısa sorular olmasından dolayı tek soruda birleştirdim. Sizi meşgul etmemek için internette araştırdım ama hep farklı cevaplarla karşılaştım” demişsin… Hem de beş soruyu matruşka gibi içi içe katlamış, neredeyse 5x5 soru haline getirmişsin. İyi ki de ‘kısa sorular’mış! Ya bir de uzun olsaydı, acaba nasıl olurdu? Keşke internette aramayı sürdürseydin de bizi gene meşgul etmeseydin. Bunlar kimi ne kadar ilgilendirir ki Allah aşkına!..
…dedikten sonra bu gereksiz sorularınızı kısa da olsa cevaplamaya çalışalım.
1-) Rükuya eğilmeden önce eller yana salınır mı, yoksa salınmadan direkt rükuya mı eğilmek gerekir? Eğer, önce eller yana salınacaksa tekbir ile beraber mi salınır, yoksa eller salındıktan sonra mı tekbire başlanır?
-Eller yana salınıp akabinde “Allâhu Ekber” denerek rukûa eğilinir.
2-) ''Allahümme entesselam..'' duası her selamdan sonra mı okunur, sadece farz namazın selamından sonra mı okunur? Aynı şekilde selamdan sonraki 3 istiğfar sünnet namazların selamlarından sonra da okunmalı mı?
-Farz, vacip, sünnet / nafile… bütün namazdan sonra, selamın ardından okunur.
“Hz. Sevban (r.a.) anlatığına göre, ‘Rasûlullah (s.a.v.) selâm verdikten sonra üç kere ‘istiğfar’ eder, ardından 'Allâhümme ente’s-selâm...’ duasını okurdu.” [Bkz. Müslim, Sahih, Mesacid, 135,136; Ebu Davud, Sünen, Salat/Vitr, 360; Tirmizî, Sünen, Salat, 224; Nesaî, Sünen, Sehiv, 81; İbn Mace, Sünen, İkame, 32] Burada kastedilen, farz namazdan selâm verdikten sonradır.
Son sünnetten veya en son kıldığımız başka bir namazdan sonra da, üç kere “Estağfirullâhe’l-azıym ellezî lî ilâhe illâ hüve’l-hayye’l-kayyûme ve etûbü ileyh” denebilir. Ayrıca bk.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2373-70-istigfar.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2025-namazdan-once-ve-sonra-istigfar.html
3-) Namaz tesbihatı kitaplarının hemen hepsinde namazdan sonraki salavat siğası ''Allahümme sallli ala seyyidina Muhammedin ve ala seyyidina Muhammed.'' olarak geçiyor. Halbuki salat ve selamın birlikte okunmasının daha faziletli olduğu biliniyor. Yaygın olarak kullanılan siğada ''selam'' lafzı olmamasının bir sebebi var mı?
-Amel ve ibadetlerle alakalı her uygulama esasta nasslara istinad eder. Rasûlullah (s.a.v.) salavatlarda böyle de okunmasını tâlim buyurmuşlardır, bunda bir sıkıntı yok. Yani müstakillen salât da olabilir, birlikte salât u selâm da olabilir, her ikisiyle alakalı rivayetler Sünnet’te mevcuttur. [Bk. Buhârî, Sahih, Deavât, 33, Enbiya, 8; Müslim, Sahih, Salât, 65, 66, 69 Hadis no: 406, 407; İmam Mâlik, Muvatta’, Kasru's-Salât, 66-67] Tesbîhat için Ayrıca bk. http://halisece.com/sorulara-cevaplar/1379-yemek-duasi-ve-namaz-sonrasi-tesbihat.html
4-) Yatsı namazını evde kılarken tesbihat vitirden önce mi yapılmalı? Vitirden sonra ''Subhanel Melikil Kuddüs'' duası tavsiye ediliyor. Bu dua salavatı şerifeden önce mi okunacak? Ayrıca, vitirden sonra nafile namaz kılınır mı? Yatsıdan sonra nafile namaz kılınacaksa bu vitirden önce mi olmalıdır?
-Vitr’i geceye tehir etmeyip kılacaksan, tesbihatı da vitirden sonra yaparsın.
-Salavatın, duanın öncesinde okunması tavsiye ediliyorsa öncesinde, sonrasında okunsun deniliyorsa sonrasında okursun. Ancak salavatın, duanın hem öncesinde hem de sonrasında okunması daha iyi olur. Duayı salavatla sur içine almış olursun.
-Hadis-i şerifte, “Geceleyin kıldığınız namazın sonunu vitir yapın.” [Buhârî, Sahih, Salât, 84, Vitir, 4; Müslim, Sahih, Müsâfirîn, 151] buyrulmuştur. Sünnete muvafık olan budur. Lakin vitirden sonra da nafile kılınabilir. Nitekim, yatsı namazından sonra vitir namazını kılıp, bir miktar uyuduktan sonra teheccüde kalktığımızda, tekrar vitir kılmaya gerek yoktur. Hadisteki tavsiye, vitri kılmamış olanlar içindir. Aslında bir maddedeki soru cümleleri birbiriyle içi içe… Tekrarlanının gereği yok ama, gene de belirtelim; yukardaki hadise göre, tabii ki yatsıdan sonra nafile kılacaksa bunu vitirden önce kılması sünnete / âdâba uygun olur.
5-) ''Allahümme inni ukaddimu ileyke...'' diye başlayan ve Ayetel Kürsi'den önce okunması tavsiye edilen dua ile ilgili bir sorum var;
-Euzubesmele çekip bu duayı okuyup, ardından Ayetel Kürsi okunması gerek deniyor. Yani duadan önce euzubesmele okunduğu için Ayetel Kürsi okumadan önce tekrar euzubesmeleye gerek olmadığı söyleniyor.
Sizce bu doğru mu? Bu duanın okunuş şekliyle ilgili özel bir durum mu acaba? Ayet değil de Sure okunsaydı durum farklı mı olurdu? Duaya kaynak olarak Hakim Tirmizi Nevadirul Usul bab255 3/267 ve Suyuti Camiul ehadis no412 1/23 gösteriliyor. Bu kaynaklarda bir açıklama var mı?
-Dua için Eûzü ve Besmele çekilmesi gerekmez, çekerseniz de bir şey icap etmez. Ama şayet o duanın başında Eûzü-Besmele okunması tavsiye ediliyorsa, münasip olan tavsiye edildiği gibi okunmasıdır. Duanın ardından okunan Âyetü’l-Kürsî de Kur’an niyetiyle olmayıp dua-zikir mevkiinde okunduğu için Eûzü-Besmele gerekmez. Bu hususla ilgili ayrıca bk. http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2390-fataihai-serif.html
Canım kardeşim bak;
Eğer bütün bunları yapmak, hassâsiyetle ibadetlerinde tatbik etmek için soruyorsan ne a’lâ… Allah mübarek kılsın, bolca ecirler ihsan etsin. Yok, eğer iş olsun diye soruyorsan; vebâli, özellikle sorup öğrenip amel etmeme vebâli de omuzuna biner, haberin olsun. Bizim hukukumuz da cabası!
Bir daha da bizi-siteyi, kafana doladığın ve genel okuyucu kitlesini pek de ilgilendirmeyen böylesi gereksiz teferruatla meşgul etmezsen memnun oluruz.
Es Selamü Aleyke Değerli Hocam Aklımıza takılan Sahabeden Ayyaş (ra) ve Ka'ka (ra) isimleri çocuklarımıza ad olarak konulsa güzel olmaz mı?
Ayyaş ve Ka'ka İsimlerinin anlamı nedir?
Sadece Türkiye olarak düşünmesek yurt dışında yaşayanlar çocuklarına bu isimleri verebilir mi?
Türkiye'de faydası sevabı veya zararı vebali nedir?
Bu Ayyaş ve Ka'ka adları ikinci isim olarak konulabilir mi? Sayın Halis Hocam Sizi bir Kandil olarak görüyor ve bir nebze de olsa aydınlanmayı umuyoruz.Hürmetler.
Devamını oku: Sahâbeden Abdullah b. Ayyâş ve Ka'kâ'nın (r.anhum) isimleri
Selamün aleyküm hocam
hocam câriyenin başı açık olarak ya da dizden aşağısı açık olarak dışarı çıkması ve insanların bu yerlere şehvetsiz olarak bakması caiz midir.bir de bir hoca câriyenin göğüsleri de avret değil dedi.câriye dışarı çıktığında göüsünü örtmesi farz değil midir.bu konuların doğrusu nedir acaba hocam.Allah u teala sizden razı olsun. serhat akkaş
*******
Ve aleyküm selam.
Bilindiği üzere câriye veya köle, hür olmayan kişi yani “esir” demektir. Günümüzde ise câriye sisteminin olması söz konusu değildir.
İslâm, insanlığın icabı olarak var olan bazı tatbikatları /örf-âdet ve gelenekleri düzeltmiş-düzenlemiş, bazılarını derhal sonlandırmış, tedricen ortadan kalkması iktiza edenler için de farklı uygulamalar ortaya koymuştur. Köle ve câriye meselesi de bunlardan biridir. Savaşlar ‘esâret’i gündeme getirmiş, bu esirler de değişik zamanlarda köle ve câriye olarak kullanılmıştır. Böyle bir uygulamayı insanileştirmek ve zamanla ortadan kalkmasını temin etmek için gerekli usûller / yöntemler konulmuştur. Nitekim âzad etme, keffâret ödeme gibi usûllerle câriye ve kölelerin hürriyetine kavuşturulması sağlanmıştır.
Bir esir kadın câriye olarak muayyen bir şahsın hizmetine verilince, ona hayat hakkı tanınıyor ve orta malı olmaktan da çıkarılmış oluyor. Yoksa ya öldürülecek ya ömür boyu hapis yatacak ya da sahipsiz olarak topluma bırakılacaktır. Böyle bir kadını belli bir şahsın kontrolüne vermek ve o şahsa câriyenin lehine sorumluluklar yüklemek kadın için de en hayırlısıdır. Ücretsiz hizmet etmesi ise, onun adına haksızlık değil bir hak tanımaktır. Bu gün hapishanede bulunanlara böyle bir hak tanınsa nasıl memnun olacakları bellidir. Esir bir kadının da hapiste olması yerine böyle bir hizmete verilmesi elbette daha iyidir. Zaten kadın veya erkek her köleye kendi yediğinden yedirmek, giydiğinden giydirmek ve yapabileceği işi vermek de efendisinin / sahibinin vazifeleri arasındadır.Meseleyi bu yönden değerlendirince, ne kadar insanî ve ahlâkî olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır.
Câriyeler (köle olan kadınlar) için avret yeri, erkekler gibi, göbekleri altından dizleri altına kadar olan kısımla karın ve sırtlarıdır. Hür kadınların şeref ve mevkileri / konumları bakımından örtmek zorunda bulundukları organları, câriyelere nazaran daha çoktur. Câriyeler, hürriyet şerefinden mahrum / yoksun ve efendilerinin hizmeti ile meşgul oldukları için, bunlara daha fazla genişlik gösterilmiştir.
Ayrıca, câriyelerin başları dışındaki bütün yerlerini örtmeleri [Bkz. İbn Kesîr, Tefsir, 6, 471] icap ettiğini söyleyen âlimler olduğu gibi, hür kadınlar gibi başları dâhil, bütün bedenlerini örtmeleri gerektiğini söyleyen ulemâ da vardır. [Bkz. Muhammed b. Yusuf Ebû Hayyân, el-Bahru’I-Muhît, Dâru’I-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, 7, 250]
Kısacası, geçmişte câriyeler de aynen hür kadınlar gibi namazlarını kılarlardı. Yukarıda da ifade edildiği gibi bazı âlimlere göre sadece örtü mevzuunda bir farklılık vardı. Kimi âlimlere göre ise, örtü mevzuunda da hür kadınlar gibiydiler ve onlar gibi örtünerek namazlarını kılarlardı.
***
Meseleyi böylece hulâsa ettikten sonra, dilerseniz, mevzuun nezaketine binaen, Ehl-i Sünnet mezheplerinin görüşleri istikametinde biraz daha genişçe ele alalım.
Hususiyle câriyenin avret yeri mevzuunda, sınırları tâyin eden sarih bir nass yoktur. Kitap’ta ve Sünnet’te bu husus belirtilmemiştir. Zâhirîlerin hâricinde cumhûrun görüşü, câriyenin avret yerinin erkeğinki gibi olduğudur. Fakat Zâhirîlerin dışında bu görüşe katılmayan az da olsa başka âlimler de vardır. Meselâ, Hasan-ı Basrî (rh.) hazretlerine göre, evlenen veya kişinin kendisi için edindiği câriyenin başını örtmesi gerekir. Atâ (rh.) hazretlerine göre câriyenin namazda başını örtmesi müstehaptır. Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebinde, câriyenin avreti ile erkeğin avreti arasında ayrım yapılmamaktadır. Zâhirîlere göre ise câriye, bu mevzuda hür kadınlar gibidir. [Zâhirî mezhebi de Sünnî’dir, imamları Dâvûd-i Zâhirî hazretleridir. Ancak günümüzde müntesipleri kalmamıştır.]
Hanefîlere göre câriyenin avreti, erkeğin avreti gibidir. (Erkeğin avretine ek olarak karnı ve sırtı ile iki yanı da avret sayılır.) Çünkü Hz. Ömer (r.a.), bir câriyeye şöyle demiştir:
“Ey Deffâr (çirkin kokulu kadın)! Başörtüsünü at, yoksa hür kadınlara mı benzemek istiyorsun?” [Zeylaî (rh.) bu hadis rivâyeti hakkında “gariptir” demiştir. Kütüb-i Sitte'de bulunmayan bu mânâdaki bir hadis rivâyetini Abdürrazzak (rh.) Hz. Ömer'den (r.a.) rivâyet etmiştir. Beyhakî de bu hadisi rivâyet etmiştir. Ancak unutmamak gerekir ki, Ehl-i Sünnet’e göre sahâbenin sözü de hadis kabul edilmiştir.]
Aynı zamanda câriyeler, efendilerinin ihtiyaçlarını karşılamak için âdet olarak iş elbiseleri ile dışarı çıkarlar, dolayısıyla güçlükleri gidermek için yabancılar, mahremleri (evlenmeleri kendilerine haram olanlar) gibi kabul edilmiştir.
Şâfiîlere göre câriyenin avret yeri erkeğin avret yeri gibidir. Çünkü her ikisinin başı avret olmamak bakımından birbirine benzemektedir. Baş ile kollarının açılmasına ihtiyaç vardır.
Mâlikî mezhebine göre, câriyeler avret mevzuunda aynen erkekler gibidir. Câriyenin namazda avret yeri, uyluklar ile birlikte iki müstehcen uzuvdur. Bu uzuvlardan bir kısmı açıldığı zaman yahut kişi uyluğunun tamamını veya bir kısmını açtığı zaman, vakit içinde namazını kesin olarak iâde etmelidir.
Hanbelî mezhebine göre, câriyenin avret yeri erkeğinki gibi olup diz kapağı ile göbeği arasıdır. Çünkü Amr bin Şuayb'tan (r.a.) rivâyet edilen merfû hadiste şöyle buyurulmuştur:
“Sizden biri erkek kölesini, câriyesi veya hizmetçisi ile evlendirirse, bu câriye yahut hizmetçinin avret yerine hiç bakmasın. Çünkü göbeği ile diz kapağı arası avret yeridir.” [ez-Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletuhu (Terc. İslâm Fıkhı Ans.), Risâle Yayınları, 1, 458-465]
Câriyelerle ilgili bir fetvâ şöyledir: Kişi, kendi câriyesiyle istifraş edebilir, onu yatak hizmetlerinde nikâhsız olarak kullanabilir. Başkalarının câriyeleri de, mahrem (nikâhları kendilerine haram olan, birinci derecede yakın akrabalar) olan kadınlar gibidir. Erkekler, mahrem kadınların bakabilecekleri zînet yerleri gibi, başkalarının câriyelerinin zînet yerlerine de bakabilir ve dokunabilirler. Ama mahrem kadınlarında olduğu gibi göbekle diz kapağı arasına bakamaz ve dokunamazlar. Bu mevzuda delil, yukarıda kısaca zikrettiğimiz şu hâdisedir:
Hazret-i Ömer (r.a.), örtülü bir câriye görmüş, çubukla örtüsüne dokunup: “Şu başörtünü at, ey kokmuş kadın! Hür kadınlara mı benzemek istiyorsun?” demiş. Bu da câriyenin başına, saçına, kulağına... bakmanın helâl olduğunu gösterir.
Yine Hz. Ömer (r.a.) satılmakta olan bir câriyenin yanına geldi, eliyle kadının göğsüne vurdu ve: “Haydi, alın!” dedi.
Eğer câriyenin göğsü haram olsaydı, elbette Hz. Ömer (r.a.) ona dokunmazdı. Kaldı ki insanlar, câriyenin alım-satımı esnâsında kadının derisinin yumuşaklık ve sertliğini öğrenmek isterler. Çünkü buna göre kadının fiyatı değişir. Bundan dolayı câriyenin avreti de diğer mahrem (evlenmesi haram olan) kadınların avreti gibi sayılmıştır. Binaenaleyh bunlarla yalnız başına bulunmak, beraber yola gitmek câizdir. Hem bakıp hem dokunduğu zaman şehvetinin uyanacağından korkan kimse, yalnız bakmakla yetinir. Fakat satın almak istediği câriyeye istek (şehvet) duysa da, yine bakabilir; hatta İmam Ebû Hanife'ye (rh.) göre (şehvetle) dokunabilir de.” [İmam Kasânî, Bedâyiu's-Sanâyi fî Tertîbi'ş-Şerâyi', c. 6, s. 2956]
Ancak unutmamak gerekir ki; erkekleri fitneye düşürecek her türlü kıyafet ve açıklığın yasaklandığı, kadın ve kızların örtünmeleri emri, dinimizin şiârlarındandır.
Yüce dinimiz İslâm, müntesiplerini âdî şehvet duygularından korumak, güzel ahlâkı muhafaza etmek için muayyen ölçülerde bir giyim emretmiştir. Kadının ancak, erkeklerin şehvet nazarlarını üzerine çekmeyecek biçimde sokağa çıkmasına müsâade etmiştir.
S.a Hocam
ALLAH Razı Olsun
1-)Birine hakkını helal et dediğin zaman oda helal ettim dese tüm hakkı helal olurmu.
2-)Şafi mezhebine göre 40 kişi tamamlanmadan cuma namazı olmadığını biliyordum ama geçen cumaya giderken hocanın köylülere köyünüzü bırakıp illa şehirde namaz kılma mecburiyeti duymayın şafii mezhebine göre bazı alimler 3 veya 12 kişi ile namaz olduğunu da söylüyolar dedi acaba benmi yanlış anladım başka mezhepleri taklit edebilirsiniz anlamında söylemiş olabilir mi hocam.
*******
Ve aleyküm selam. Rabbim (celle şânuhu) bilcümle Ümmet-i Muhammed’den ve evladından razı olsun.
1. Eğer belli bir hak üzerinde konuşmamış, mutlak manada ‘hakkını helal et’ demişseniz ve o da buna mukabil ‘helal ettim’ karşılığını vermişse, o zamana kadar olan bütün haklarını helal etmiş olur. Hatta daha sonra bu kararından vaz geçtiğini söyleyip ‘helal etmiyorum’ dese bile bu sözü geçerli olmaz. Ancak, helal etmekten vazgeçip ‘helal etmiyorum’ dediği günden itibaren meydana gelecek olan haklarına rezerv koymuş, onları helal etmemiş olur. Dolayısiyle yeni haklar oluşursa, onlar için tekrar / ayrıca helalleşmeniz icap eder.
Bütün bunlar tamam da, bu noktada aslolan, mümkün mertebe hakka-hukuka girmemektir, bunu da kesinlikle unutmamamız lazım. Yani metodumuz, tedbirsiz bir şekilde davranıp hastalanarak, ardından da sağlığımıza kavuşabilmek için doktor-doktor, hastane-hastane dolaşmak değil, daha en baştan koruyucu hekimlik tavsiyelerine uymak olmalıdır. Bilmem anlatabildim mi?
2. Ne demiştik önceki bir sorunun cevabından Fatih: “Size bu noktada tavsiyem; bir Şâfiî İlmihali almanızı ve bu gibi hususları oradan öğrenmenizdir… Böyle günlük ihtiyacınız olan basit meseleleri bu gibi platformlara taşımanızın gereği yok! Umarım tavsiyemi dinler, icabını yaparsınız da benzer durumlar tekerrür etmez.” Bkz. http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2383-cemaatle-sessiz-namazda-zammi-sure.html Ama kös dinlemişe benziyorsunuz. Tavsiyeyi biz yazmış biz okumuşuz. Size herhangi bir tesiri olmamış ki, gene aynı ilmihal bilgilerini siteye taşımayı sürdürüyorsunuz. Sana ne kimin ne dediğinden! Aç kitabını, oku meselenin aslını / doğrusunu… Hadi bunu da cevaplayalım, ama son olsun ve aldığın Şâfiî İlmihali’in müellifini / yazarını ve nereden aldığını da bana bildirmeni istiyorum.
***
Cuma namazı kılabilmek için icap eden asgari sayının kaç olduğu hususunda farklı görüşler bulunmaktadır.
Hanefî mezhebinde, İmam-ı Azam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e (rahımehumallah) göre, cuma namazı için imamın haricinde en az üç kişinin daha bulunması şarttır. Bunlar yolcu veya hasta da olsalar bu şart yerine gelmiş sayılır. İmam Ebû Yûsuf'a (rh.) göre ise, imamın dışında en az iki kişinin bulunması lazımdır. [İbnü’l-Hümam, Fethu’l-Kadir, 2, 31]
Cuma namazının geçerli olması için, cemaatin sayısı, İmam-ı Azam Ebû Hanîfe'ye (rh.) göre en azından birinci rek`atın secdesine kadar aranılan asgari sayının altına düşmemeli, hiç değilse bu süre içinde imamla birlikte hazır olunmalıdır. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e (rahımehumallah) göre iftitah tekbiri alınıncaya kadar, İmam Züfer'e (rh.) göre ise ikinci rek`attan sonra teşehhüt miktarı oturuncaya kadar hazır bulunulmalıdır. Cemaati oluşturan kişiler daha önce dağılırlarsa, cuma namazı sahih olmaz / geçersiz olur; yeni baştan öğle namazını kılmak gerekir.
Şâfiî'ye göre ise, bir yerde cuma namazı kılabilmek için âkıl (akıllı), bâliğ (bulûğa ermiş, ergen), hür, erkek, mukim ve oraya yerleşmiş olan en az kırk mükellefin / yükümlünün bulunması şarttır. Buna göre, bir yerde kırk kişi bulunsa da, bu kırk kişiden bir kısmı kadın veya yolcu olsa, ya da ticaret veya öğrenim görme gibi bir maksatla orada bulunuyor olsalar, bu kimselerden oluşan kırk kişiyle cuma namazı kılınamaz. Ayrıca, bu kırk kişinin hepsi veya bir kısmı, yazın veya kışın ya da her iki mevsimde göç eden göçebelerden oluşuyorsa, bu durumda da, cuma namazı eda edilemez. Hatta bu kırk kişinin içinde Fâtiha sûresini okuyamayan bir ümmî bulunsa bu kimse sayıdan düşürülür ve bu durumda sayı kırktan aşağıya indiği için, bu kimselerle de cuma namazı sahih olmaz. Ancak Fâtiha sûresini okumayı öğrenmek için gayret gösterdiği halde bunu henüz başaramamış kimseler sayıya dâhil edilir. Cuma namazını kıldıran kişinin yolcu olması durumunda, kendi dışında sayılan şartları haiz kırk kişinin bulunması gerekir. Ayrıca, bu mezhebe göre, namazın herhangi bir bölümünde veya hutbe esnasında sayı kırktan aşağıya düşerse namaz fâsid olur.
Hanbelî mezhebinin görüşü de umumi hatlarıyla Şâfiî mezhebinin görüşü gibidir. [Nevevî, el-Mecmu’, 4, 353; İbn Kudâme, Muğnî, 2, 171, 217]
Mâlikî mezhebinde meşhur ve tercih edilen görüşe göre, cuma namazı için cemaatin imamdan başka en az on iki kişi olması şarttır. Ancak İmam Mâlik'ten (rh.) bu mevzuda kesin bir sayı belirlemeksizin, kırk kişiden az sayıda olan bir cemaatle cuma namazı kılınabilirse de üç dört kişi gibi az bir sayı ile kılınamayacağı yönünde bir görüş de nakledilmektedir. Mâlikîler'e göre cuma namazında imamın mukim olması şarttır. [Huraşî, Şerhu Muhtasari Halîl, II, 76-77]
***
Cuma suresinde cuma namazıyla ilgili son üç ayet mealen şöyledir:
“Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrıldığı(nız / ezan okunduğu) zaman, Allah'ı zikre (O’nu anmaya) koşun, alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan (nasibinizi) arayın. Allah'ı çokça zikredin (anın) ki felâha eresiniz (korktuklarınızdan emin, umduklarınıza nail olasınız). Bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona gittiler ve seni ayakta bıraktılar. (Rasûlüm) De ki: ‘Allah'ın katında (nezd-i ilahide) bulunan, eğlenceden de ticaretten de hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” [ayetler: 9-10-11]
Bu mevzuda istinbat ettkikleri hükümlerinde müçtehitlerin istinad ettikleri hadislerden birkaçı şöyledir:
Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) Medine’ye hicretinden önce Nakiu’l-Hadamat’ta kılınan cuma namazında kırk kişi hazır bulunmuştu. [İbn Mâce, Sünen, Salat, 78] Ancak daha az kişi ile de cuma namazı kılındığı bilinmektedir. Nitekim Rasûl-i Ekrem’in (s.a.v.) emri ile Mus’ab b. Umeyr (r.a.) Medine’de 12 kişiye cuma namazını kıldırmıştır. [Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübra, 3, 255]
Rasûl-i zîşân Efendimiz (s.a.v.) cuma namazını kıldırırken, ticaret kervanının geldiğini haber alan cemaatin on iki kişi dışında hepsinin dışarı çıktığı rivayeti de sahih hadis kaynaklarında yer almaktadır. [Buhari, Sahih, Cuma, 38] Keza ayet-i kerimede de bu duruma işaret vardır. Öte yandan Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.), bir yerleşim biriminde sadece dört kişi bulunsa bile, cuma namazının farz olduğunu bildirmiştir. [Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübra, 3, 255]
Ancak ‘dikkat!’ diyoruz: Bizler mukallit Müslümanlar olarak, mutlaka mensubu bulunduğumuz mezhebin görüşlerine uymamız, gerekli gereksiz taklit yollarına müracaat etmememiz iktiza eder. Hele hele ‘telfîk-ı mezâhib’ten şiddetle kaçınmamız lazım. Bu bir… İkincisi ve en önemlisi de, kat’iyyen nasslarla yani ayet ve hadislerden kendi anladıklarımızla amel etmeye kalkışmamalıyız! Bizler kendimizden sorumluyuz; zamane ‘müçtehit taslakları’nın ne yaptığı, nasıl içtihada (!) cür’et edip kalkıştıkları ise bizi ilgilendirmez.
Peki, kaynaklarıyla birlikte bu nassları burada niçin naklettik, derseniz; ilgililerin bilgisi için… Onun ötesinde bir maksadımız yoktur. Biline!..
Esselamü aleyküm hocam,
Aşağıda linki bulunan ve daha önce sorulan soruya vermiş olduğunuz cevapta zeval vakti için ”öğle namazından önceki 30-40 dakikalık bir zamandır.” denmiş. Ancak Muhtasar İlmihal'de ”Güneş tam zevâl vaktinde iken, yani öğle nama-zından evvelki 15-20 dakika içinde” şeklinde geçiyor.
Aradaki farkın sebebi nedir, Hangisi doğrudur?
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1936-mekruh-yahut-kerahet-vakitleri.html
*******
Ve aleykümü’s-Selam.
Değerli kardeşim; sitemizin üye listesinde bu rumuzla kayıtlı bir kimse bulunmadığından, prensip olarak sorunuzu dikkate almamamız gerekiyordu. Ama söz konusu mevzuda kafa karışıklığına meydan vermemek adına meseleyi ele aldık, sorunuzu cevaplamaya çalıştık. Siz de lütfen e-mailinizi ve doğru rumuzunuzu giriniz.
***
Zevâl vaktinin süresi ne kadardır?
Zevâl vaktinin süresi / müddeti hususunda iki görüş vardır. Bunlardan birisi “şer’î”, öbürü de “örfî” güne göredir. Başka bir ifadeyle fıkıh ıstılâhında gün, “nehar-ı şer'î” ve “nehar-ı örfî” diye ikiye ayrılır. Söz konusu vaktin süresi de, bu iki vakitten hangisi hesaba esas alınırsa, ona göre değişiklik arz eder.
Gündüzün başlangıcını tesbitte fecr-i sâdıkı yani imsak vaktini esas alıp şer’î güne göre hesap eden ulemâ açısından zevâl vakti uzundur, yerine ve mevsimine göre bir saate yaklaşabilir. Şer‘î gündüzde gün, güneşin doğması ile değil, fecr-i sâdıkın doğması ile başladığı için istivâ vakti, zevâl vaktinden biraz önceye denk gelir. Bu görüşe nazaran kerahet vakti, istivâ vakti ile zevâl vakti arasındaki süredir. (Buna halk arasında yaygın olarak kısaca zevâl ya da zevâl vakti denilmektedir.) Bu noktada yani şer’î gündüz esas alındığında, kesin bir kerahet süresinden bahsedilemez. Çünkü bu da günlerin uzayıp kısalmasına / mevsimine göre değişiklik gösterecektir. Ancak bu mevzuda hassas davranıp, kerahet süresinde namaz kılmak istemeyen kimse için, ihtiyata uygun olarak öğle namazından önce 30 - 40, hatta mevsimine göre 50 ve üzeri dakikalık bir zaman zarfında namaz kılmaması tavsiye edilebilir.
Bu husus Ömer Nasuhi Bilmen merhum tarafından muhallet eseri Büyük İslam İlmihali’nde şöyle açıklanmıştır: “Meselâ: Ocak ayının birinci günü, fecr-i sâdıkın doğuşu ezanî saatle 12.50 de olsa, güneşin batışı da 12'de olacağına göre, şer'î gündüz süresi 11 saat 10 dakika olur. Bu günde güneşin doğuşu 2.35'de olacağından örfî gündüzün süresi 9 saat 25 dakika olur. Bu durumda Şer'î gündüzün yarısı, yani istivâ zamanı fecirden 5 saat 35 dakika sonra olup güneşin doğuşundan 3 saat 50 dakika sonraya rastlar. O bakımdan şer'î gündüzün yarısı zevâl vaktinden 52 dakika önce olmuş olur. İşte bu 52 dakikalık süre bir kerahet zamanıdır. Harzem fukahasının görüşü böyledir.” [Bkz. A.g.m. ve e., Bilmen yayınevi, 1966, s. 115, 1 no.’lu dipnotun devamı]
***
Güneşin doğuşunu esas alıp örfî güne göre hesabı esas alan âlimler açısından ise, zevâl vakti kısadır. Güneşin tam tepe noktasına geldiği andır, ondan sonra batı tarafına meyledecektir. Öğle vakti, bu dönüş ile başlar.
Malum olduğu üzere tam zevâl vaktinde namaz kılınmaz. Namaz kılınması câiz olmayan bu vakit, çok kısa süren (15-20 dk.lık) bir âna mı mahsustur, yoksa bu ânın biraz öncesinden mi başlar? Şimdi de gelelim bu sorunun cevabına…
Bir görüşe göre bu hususta örfî gündüz esas alınır. Buna göre tam zevâl vaktine, gündüzün bu âna kadar geçen süresi ile geri kalan süresinin birbirine eşitliği manasına gelmek üzere “istivâ vakti” denir ki, güneş sanki herkesin başının üzerindeymiş gibi görünür. İşte namaz kılmanın câiz olmadığı vakit bu andır ve hüküm şu hadise dayanır: Ukbe b. Âmir el-Cühenî (r.a.) şöyle demiştir: “Üç vakit vardır ki, Rasûlullah (s.a.v.) bize, bu vakitlerde namaz kılmamızı ve ölülerimizi defnetmemizi yasakladı. Bunlar; güneş doğduğu zaman yükselinceye kadar, güneş tepe noktasına geldiği zaman zevâline kadar, güneş batmaya meylettiği zamandır.” [Bkz. Müslim, Sahih, Müsâfirîn, 293; Ebû Dâvud, Sünen, 51; Tirmizî, Sünen, Cenâiz, 41, Mevâkît, 31, 34, Cenâiz, 89; İbn Mâce, Sünen, Cenâiz, 30; Dârimî, Sünen, Salât, 142; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4, 152] Bu üç vakit güneşe tapanların ibadet vaktidir. Onlara benzememek için bu üç vakitlerde ibadet yapılmaz. Geniş bilgi için lütfen Mekruh yahut kerahet vakitleri başlıklı yazıya bkz.
Hâsılı bu vakte, yani güneş öğle vakti göğün tam ortasına dikilmesi anında başlayıp batıya doğru hafif bir meyil yapıncaya kadar devam eden vakte, kerahet vakti deniyor. Bu da örfî gün hesabıyla, yukarıda da belirtildiği gibi, 15-20 dakika kadar süren bir zamanı tutabilir. Demek ki öğle vaktinden 15 - 20 dakika kadar önce kerahet vakti başlar, öğle vakti girinceye kadar devam eder. Tabii bu noktada vakit hesaplamalarında “temkin”e riayet edip cetvellerinde yer veren takvimlerin, mesela Fazilet takvimi gibi, temkinlerini de hesaba katıp belirtilen vakte (15 - 20 dk.lık zamana + 10 dk. olarak) ilave etmemiz gerekir. Bunu da hatırdan çıkartmamak lazım.
***
S o n u ç
Her iki ifade de doğrudur. Bizim kaydettiğimiz ortalama-takribî süre, ihtiyatla şer’î güne göre yapılan hesaba nazarandır; Muhtasar İlmihal’de belirtilen süre ise, örfî günün esas alındığı hesaba göredir. Bu iki görüşten birine ruhsat, öbürüne azîmet tabir edebiliriz. Dolayısiyle dileyen, kendi vaziyetine göre dilediği gibi amel etmekte tabii ki serbesttir. Zira Rabbimiz nezdinde ruhsat da azîmet gibi makbuldür. Hadis-i şerifte, “Allah (c.c.) azîmetlerinin yapılmasını sevdiği gibi, ruhsatlarının yapılmasını da sever.” [Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/108]