Halis ECE
"İçinde yörüngeleri/yolları olan (onlarla donatılmış bulunan) göğe andolsun." (Kur’an-ı Kerim, Zariyat Suresi, 51/7)
"Andolsun o dönüşlü (yağmur yağdıran) göğe, (nebat ile) yarılıp çatlayan o yere…” (Kur’an-ı Kerim, Tarık Suresi, 86/11-12)
"Güneş de bir delildir ki kendi yolunda akıp gidiyor. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir. Ay'a gelince, ona menziller tayin ettik. Nihayet o eski hurma salkımının çöpü gibi (yay haline) dönmüştür. Ne güneşin aya çatması yaraşır (erişip-yetişmesi gerekir), ne de gece gündüzü geçebilir; onların her biri kendi yörüngesinde yüzerler.” (Kur’an-ı Kerim, Yasin Suresi, 36/38- 40)
***
Evet, dünya güneş etrafında dönerken elips şeklinde olan bir yörünge çiziyor ve izlediği bu yol vesilesiyle de mevsimler oluşuyor. Sünnetullah-âdetullah yani Allah’ın kanunu böyle... Böyle takdir etmiş O, böyle cereyan ediyor. Belirlenen vakte kadar da böyle devam edecek.
İçinde bulunduğumuz mevsimse sonbahar…
***
“Söz vermiştim kendi kendime; Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sâkin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti?
“Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” diyor usta edebiyatçımız Sait Faik Abasıyanık (1906-1954).
Ben de onun tam tersine, Eylül girdiğinden beri bir Sonyaz/Sonbahar yazısı yazayım diye söz vermiştim kendi kendime... Hatta bazı dostlara da açtım bu düşüncemi konuşmalarımda-yazışmalarımda… Ama o gün bu gündür yazamadım; araya giren mübarek Ramazan ayı, Bayram-seyran derken bir türlü kaleme almak mümkün olmadı. Demek ki vakt-i merhununu beklemiş bu yazı da… O vakit de bugünmüş…
***
Hazan vakti, hüzün vakti diyor şairlerimiz… Sonbaharı hep hüzünle-kederle-tasayla birlikte anmışlar...
Ayrıca, insan hayatını mevsimlere göre kategorize etmişler... Anne karnında bekleyiş, dünyaya geliş, mukadder olan hayatını yaşayış ve nihayet... o hayatın bitiş noktasında ölüm!
Bekleyişi kış ayının durgunluk ve durağanlığına… Doğuşu ilkbaharın neş’esine-canlılığına… Yaşayışı yazın neşv ü nema bulmasına… Ölümü de, sonbaharda canlıların aktivitesini yitirip, “sekerâtü’l-mevt”, yani ölüm sarhoşluğuna/dalgınlığına doğru gitmesine benzetmişler...
Kısacası hazan mevsimini, hüzün zamanına çevirmişler… Burada sadece kelime oyunu da yapmamışlar, gerçekten bu mevsimin hüznü-kederi temsil ve tevlit ettiğini de müşahhas bir şekilde isbat etmişler… Genellikle mânâ yüklü duygusal şiirlerini bu mevsimle birlikte dile getirmişler… Mesela, “Yeni Mekteb'e başladığım gün güzel bir sonbahar günüydü.” diyen ünlü şairimiz Yahya Kemal Beyatlı, “Eylül sonu” başlıklı şiirinde şunları terennüm ediyor:
Günler kısaldı, Kanlıca’nın ihtiyarları;
Bir bir hatırlatmakta geçen sonbaharları...
Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa…
Yazlar; yavaşça bitmese, günler kısalmasa…
Bir an için iç dünyamıza kulak verelim: Hangi birimiz aynı düşünce ve aynı duygular içerisinde değilizdir ki..?
***
Havalar soğuyor, ağaçlar yapraklarını döküyor, ömrü biten pek çok canlı hayata veda ediyor bu mevsimde…
Dalgın bakışlı gözlerimiz ufuklara mıhlanıyor adeta… Âlemin faniliğini hatırlatıyor her dem bize…
“Ben hazan mevsimiyim, ben hüzün vaktiyim”, diyerek; ilkbaharın aksine, insanoğlunu neş’eye değil hüzne davet ediyor hal diliyle…
Nitekim Emevî halîfesi Muâviye bin Süfyân (r.a.), “Vallâhi ben, biçme zamanı gelmiş ekinlerdenim” derdi hazan mevsiminin hüznüne kapıldığı zaman...
Bir gün; birisi kendisinden yaşlı, diğeri ise genç olan iki arkadaşının (Abdullah bin Âmir bin Kureyz ile Velid bin Ukbe r. anhümâ) vefat ettiğini öğrenince şöyle dedi:
“Arkadaşlarından öncekiler ve sonrakiler gidince,
Geri kalan kimse dahi gidecektir onların izince...”
***
Yine Emevî halîfelerinden Abdülmelik bin Mervân’a sabah kahvaltısı getirdiler. Mâbeynciye seslendi:
— Hâlid bin Abdullah bin Esîd nerededir? Mâbeynci:
— Vefât ettiler efendim, dedi.
— Umeyye bin Abdullah bin Hâlid bin Esîd ne durumda? diye sordu. Mâbeynci:
— O da vefât etti efendim, cevabını verdi.
— Peki, Hâlid bin Yezîd bin Muâviye ne haldedir?
— O da vefât etti efendim.
— Peki falanca?
— O da vefât etti efendim.
Halîfe Abdülmelik bunları sorarken, aslında onların vefât etmiş olduğunu bilmekteydi. Bu soruların ardından;
— Sofrayı kaldır ey delikanlı, dedi ve şu şiiri okudu:
“Akranların git gittiler, tükenip bitti ömürleri,
Geri kaldım ben, ama, dâim değilim onlar gibi.”
***
Süleyman el-A‘meş’e, Müslim en-Nehhât'ın (rahımehümallah) vefât haberi verilince şöyle dedi:
"Bir insanın akranı vefât edince, o da vefât etmiş demektir.”
***
Eyyûb es-Sehtiyânî hazretleri şöyle derdi:
“İhvânımdan birisinin vefât haberi bana ulaşınca, sanki bir a‘zâmı/organımı kaybetmiş gibi oluyorum.”
***
Kadı Ebû Yûsuf (rh.) da, “Akranlarımın vefât etmesi gibi, hiçbir şey beni yıkmamıştır” demiştir. (İmam Beyhakî, Kitâbü’z-Zühd, 270-271)
***
Vaktiyle padişahın biri fevkalâde güzel ve ihtişamlı bir saray yaptırmış; vezirlerini çağırtıp şöyle bir gezdirdikten sonra fikirlerini sormuş. Hepsi de;
— Efendimiz, pek a‘lâ, pek güzel. Böyle güzel ve mükemmel saray görmedik şimdiye kadar. Baksanıza hiçbir eksiği yok! demişler.
Padişah, sarayında hiçbir eksiğin bulunmayışına çok sevinmiş, noksansız bir saray inşa ettirdiği için kendi kendini tebrik etmiş. Ne var ki, her devlet büyüğünün bir mânevî îkazcısı olduğundan, onun da mürşidi sarayı gezenlerin en sonuna kalmış, padişah ona da sormuş:
— Ne dersiniz, aziz efendim, sarayımın eksiksiz olduğunu söylüyorlar?
Mürşidi dudaklarını bükerek cevap vermiş:
— Küçük bir eksiği var. Padişah ciddileşmiş:
— Nedir o eksiği? Söyleyin de hemen temin edeyim.
— Edemezsiniz ki!
— Nasıl edemem? Ben padişah değil miyim?
— Padişahsın; ama senin gücün buna yetmez.
— Sen söyle de bak, yetiyor mu yetmiyor mu? Mânâ büyüğü;
— Dinle öyleyse, demiş ve kelimelerin üzerine basa basa cevap vermiş: “Sarayın her şeyi var, bir tek bekâsı yoktur. Bekâsını temin edebiliyor musun? Ebedîliği var mı?” ("Bir Oku, Bin Düşün" isimli kitaptan naklen)
***
Evet hazan yani güz, yani sonbahar, yani sonyaz! Diğer yönüyle, hüzün mevsimi... Hangimizi hüzünlendirmez ki bu mevsim? Şâirin dediği gibi,
“Hazan ki durmadan evrâk-ı sû’-be-sû’ dökülür.”
Evet, art arda dökülen bu sarı-kuru yapraklar, çoğu zaman insanın içindeki hüzün duygusunu harekete geçirir.
İnsanlar hayatlarında da buna benzer pek çok sonbaharlar yaşar. Şiirlerde de sonbaharın hüzün verici yönü, Yahya Kemal’in dışında da yerli yabancı pek çok şâir tarafından dile getirilmiştir. Kuşkusuz bundan sonra da dile getirilmeye devam edecektir.
Yalnız şiirlerde değil, ilmî araştırmalarda da ortaya çıkmıştır ki; ilkbahar gibi sonbaharda da depresyon ve mani (saplantı-iptila-düşkünlük) gibi ruhî rahatsızlıklar artmaktadır. Özellikle;
– Kendini mutsuz-ümitsiz ve hâlsiz hissetme,
– İş-güç yapma isteğimizde azalma,
– Sabahları yataktan kalkmak istememe,
– İştahsızlık, keyifsizlik, yorgunluk hissi,
– Bazan hayatı yaşamaya değer bulmama…
… gibi ruhi sıkıntılar, hemen herkesin az çok yaşadığı hallerdir bu mevsimde...
Bütün bu duygular hazan mevsiminde kabarır… Birçok insan, özellikle de gençler bunu çok derinden hisseder; ama Allâh’a çok şükür ki, az bir kısmının günlük hayatına tesir eder.
O bakımdan sevgili gençler;
Eğer günlük hayatınıza bu duygular müessir olmaya başlamış; işinizi yapamıyor, derslerinize çalışamıyorsanız; üstüne üstlük her zamankinden daha çabuk sinirlenip etrafınızı kırıyorsanız; iki haftadır da bu durum değişmemiş ve giderek de artıyorsa, aman dikkat diyoruz!
Zira bütün bu haller, Araplar’ın “el-Leyletü humlâ (geceler hamiledir-gebedir)” dediği gibi, bu hazan mevsiminin de hüzne gebe olduğunun emâreleridir.
Bütün bu hâller, önceki yıllarda da başınıza gelmişse, sıkıntıyı rûhen-bedenen hasarsız ya da en az hasarla atlatabilmek için bu yıl daha dikkatli olmalısınız.
Psikiyatristlere göre; sonbaharla birlikte, eskiden psikiyatrik problemleri olanlar, biraz daha rûhî gerilim içerisinde olabilirler. Bazılarının ise eski rahatsızlıkları nükseder. Yapılması gereken; tedavisi devam eden hastaların, tedavilerini kesinlikle aksatmamalarıdır.
***
Evet, yaz bitti… Güz kendini göstermeye başladı. Hem de bütün ihtişamıyla, olanca debdebesiyle… Yağışıyla, serinliğiyle, sel baskınlarıyla, rüzgârlarının çatıları uçurmasıyla... Hatta barajlarımızın doluluk oranlarının artmasıyla...
Yaz tatilleri bitti öğrencilerin, okullar açıldı; caddeler-sokaklar her yer cıvıl-cıvıl oldu. Ağlayanlarla sevinenlerin sesleri birbirine karıştı…
Göçmen kuşlar yavaş-yavaş çekildi ülkemizden-iklimimizden... Çünkü kış başını gösterdi sonbaharla… Onlar da kışlıklarına göç ettiler buralardan… Daha ılık daha sıcak bölgelere, daha güney ülkelere doğru kanat çırptılar...
Yazın ortalıkta dolaşan, çalışıp didişen börtü-böcek, kış erzaklarını stoklamanın rahatlığıyla yuvalarına çekildiler. Karıncaların azmi, sabrı, çalışkanlığı ve canlılığı; tam da cırcır böceklerini kıskandıracak cinstendi bütün yaz... Çalışmalarını aksatmıyor, işlerini ihmal etmiyor, bugünün işini yarına bırakmıyorlardı tüm sezon...
Artık parklarda-bahçelerde, açık alanlarda ne göçmen kuşlarından bir ses, ne de börtü-böcekten bir resital dinlemek mümkün… Sonbaharla birlikte tabiatta canlı-cansız her şey kabuk değiştirecek… Hepsi de bir tâdilata-tahvilata-tebeddülata uğrayacak... Belki de birçoğu ikinci adreslerine taşınacak... Tıpkı insanların; yazlık-kışlık olarak adreslerini ikiye ayırdıkları gibi…
Köylerde, çiftliklerde bostanlar bozuldu… Ele gelenler toplanıp taşındı… Herkes kuruttuklarını devşirdi… Hatta zamanla yarıştı bazıları bu esnada. Yağışların aniden bastırması dolayısıyla…
Keza salçalar kuruldu, bağlar bozuldu, pekmezler kaynatıldı, dolmalıklar kurutuldu, pestiller-sucuklar yapıldı...
Yaylacılar, yaylalardan indi… Sürüler terk etti buraları… Issızlık hâkim oldu şimdi yaylalara... Kartallar, akbabalar vb. yırtıcı kuşlar gökyüzünde sayılı birkaç gün daha cevelan ederse ne mutlu… Dağdaki kurtların da, azı dişleri sızlamaya başlar artık yavaş yavaş... Çünkü ortalıkta yaz mevsiminin bolluğu kalmadı… Bir “darlık” mevsimi geldi, gelecek... Ama “her canlının rızkını-kısmetini veren Allah!” biliyoruz ve inanıyoruz ki, elbette onları da aç bırakmayacak...
Sularda da bir dinginlik bir yorgunluk görülmeye başladı... Hırçın-coşkun akan çaylar-dereler, deli-dolu, köpük-köpük akmıyor artık... Sanki prangaya vurulmuş gibiler... İlkbaharın kar suları, bereketli yağmurları, “bir yıl sonraya buluşmak ümidiyle…” dercesine vedalaşıp gözden kaybolmuş... Nehirlerin-ırmakların sakinliği, derelerin-çayların mahzunluğu da sanırım bundandır…
Ağaçlar, sararan yapraklarını birbirleriyle yarışırcasına çevreye döküp saçmada... Gazeller; esen yel ile savrulmada... Sonra da, yeşilliğin üstüne adeta “bozkır” şalı çekilmede...
Kuzey kısımlara çiğ düştü, güz gülleri üşümeye başladı... Hele de yaylalarda, yüksek kesimlerde olanlar... Yaz'ın bile doğru-dürüst gün yüzü görmeyenler...
Güneş görmeyen yerlerde, küf mantarları ve yosunlar oluştu… Ve yaz güneşi, enerjik gücünü kaybetti… Hazan vaktini yaşayan ihtiyarlar, duvar diplerine oturarak, kahvehanelerin, dükkanların önlerine kurularak güneşin son ışınlarından azami derecede faydalanmaya bakmakta... Aralarında en çok konuştukları da, "bir dahaki seneye kim öle, kim kala!” sözü olmakta...
Velhasıl; her şeyin hali-hareketi, takdiri, taksimi, tenkisi, tezyidi Cenab-ı Hakk’ın hükmüne bağlı... Biz ve diğer tüm yaratıklar ise; ancak olanlara/olaylara, sebep aramakla meşgulüz. Oysa Müsebbibü'l-esbab (sebepleri de halk eden) da O.
Ömrümüzden saatler, günler, haftalar, aylar, yıllar kar misali eriyor, su misali akıp gidiyor… Onlar da hep “mutlak irade”nin hükmüne tabi... O'nun hükmünü icra eden unsurlar sadece... Güz dahil tüm mevsimler de…
***
Gelin isterseniz son sözü meşhur divar şairimiz Bâki'ye (r.alyeh) bırakalım… O, zarif diliyle, kıvrak üslubiyle dünyanın ve içindeki her şeyin fâniliğini şöyle dile getiriyor:
“Aldanma câh u bahtına kalmaz bu rûzigâr
Bâğ-ı bahâra neyledi bâd-ı hazânı gör.
Yani demek istiyor ki:
“Ey kişi! Aldanma ki bu dünyada ne iyi tâlihin, ne de makâm ve mevki‘in bâkidir... Sonbahar rüzgârının bahar bahçelerini ne hâle getirdiğini görmüyor musun?”