Ali Bulaç, Zaman, 03 Temmuz 2006 Pazartesi
Osmanlı-İslam dünyasında edebiyat veya sanatın ikileminden söz edilemez, yani Divan ve Halk edebiyatı var olduğu düşünülen toplumsal veya zihinsel bir ikilemin ifadesi değildir.
Tarihi Marksizm’in kavramlarıyla açıklamaya çalışan koca koca adamlar edebiyat üzerinden sınıflar aramaya kalkıştılar. Tasavvuf edebiyatı dahil olmak üzere Divan edebiyatı da, Halk edebiyatı da aynı duygu ve düşünüşün, aynı inancın ve dünya görüşünün ürünüdürler. Farklı ifade biçimlerinden ve formlardan hareketle, bu edebiyatların her birisinin gerisinde sınıf aramak beyhudedir. Sınıf yoksa, sınıf edebiyatı da yoktur. Yunus Emre ile Fuzuli, Karacaoğlan ile Baki farklı yollarla, aynı duygu ve düşüncenin şiirini söylemişlerdir. Hepsinin referans kaynakları aynıdır. Batı’nın sınıflı toplumları için edebiyatın sınıfla ilişkilendirilmesi yanlış değildir. Ama İslam toplumunu bunun dışında tutmak zorundayız. Sınıfların olmadığı bir toplumda edebiyat akımlarını ayrı sınıfların edebiyatlarıymış gibi göstermek tarih metoduna aykırıdır. Birbirine düşman sınıflar olmayınca niçin birbirine düşman edebiyatlar olsun?
Osmanlı edebiyatı bir “Türk edebiyatı” değildir , İslam edebiyatıdır. İçinde her ırk ve kavimden insan bulmak mümkün. Fuzuli, Türkçe, Arapça ve Farsça yazdı; bunun yanında Kelam ilminin en ağır konularını “Matlau’l-İ’tikad”da ele aldı; Fuzuli Türk mü, Arap mı, Fars mı? Mesnevi Farsça yazılmıştır, Mevlana Fars mıdır? Ebussuud, tefsirini Arapça yazmıştır; ama Arap değildir. “Türk edebiyatı” tabiri yakın tarihe aittir.
Tanzimat sonrası edebiyat, bir aktarım ve ikame edebiyatıdır, evrensel/insanî hiçbir konuyla ilgilenmez. Şizofreni onun karakteristik özelliğidir; çünkü iki dünya arasında bînamaz gibidir Servet-i Fünun (Fecr-i Ati), Milli Edebiyat, Cumhuriyet Sonrası Edebiyat, Birinci Yeniler, Maviciler, Sosyal Gerçekçiler, Toplumcu Edebiyat vb. aynı zincirin halkalarıdır. Muallim Naci ve Mehmet Akif gibi birkaç şahsiyeti istisna edebiliriz.
Sanat ve edebiyatta “redd-i miras” bir tür “irtidat”a dönüştü. Arap dilbilimcilerine göre edebiyat kelimesinin kendisinden türediği “edeb” yeryüzünde bir şölen, süren şölene dahil olmaktır. Bu, semadan yer üzerine akan kutsalın, maneviyatın şöleni; ölümünden sonra rahmet olarak yağan yağmurun çorak araziyi bir cennet bahçesine çevirmesi gibi bir şölendir. Başka bir ifadeyle aşkın/müteal olandan, kadim ve kutsal bir gelenekten ve insanın ilk hakiki özünü teşkil eden Nefha-i ruh’tan beslenmeyen bir edebiyat bize ait değildir.
Sanat, “hoşa giden biçimler” olarak tanımlanır. Güzellik hoşa gider; çünkü güzellik İlahîdir. Biçim sonuçta bir form veya dışavurumdur. “Allah güzeldir (Cemil), güzelliği sever (Cemal).” Geleneğin ifade biçimleri, yani sanat dalları, hem bir meşruiyet çerçevesi hem yol göstericidir. Bu yüzden ne heykelin ne tiyatronun meşruiyet çerçevesinden söz edilebilir. Roman beyhude bir meşgaledir. Kan dökücülüğü, mahremiyetin deşifresini ve nihilizmi konu seçmedikçe iyi bir roman yazamazsınız. Bunlar ise Müslüman bir edebiyatçının konuları değildir.
Eski Yunan, güzelliği bedende aradı ve bunu heykelde simgeledi. Hıristiyanlık heykelin yerine ikonları ikame etti; ama Rönesans sanatı gecikmeden tekrar heykeli hortlattı. İslam neden heykele meşru bir gözle bakmadı? Hoşa giden biçimlerin açığa vurdukları güzellikler İlahi niteliklerdir. Başka bir ifadeyle açığa vurulan güzellik (Cemal) İlahi sıfatlardır ve elbette her biri Allah’a birer göndermedirler. Heykel, ister tanrı yerine konsun ister tanrısal bir gücü veya güzelliği simgelesin, Allah’ın ne heykeli ne tasviri yapılacağından meşru değildir. Hem giyinik bir insanın heykelini yapmanın anlamı yoktur, heykel yapacaksanız Yunanlılar gibi bedeni fetişleştirerek onu soyarsınız. Benzer şekilde varlık, insan ve hayat görüşünüzde tragedya, yani insan-Tanrı çatışması yoksa tiyatronuz da olmaz.