Halis ECE
1852 yılında İstanbul'a gelerek bir süre kalan Fransız şâir Theophlle Gautler "İstanbul" adlı kitabında, Karacaahmet mezarlığına yaptığı ziyareti anlatırken; "Nedendir bilmem.. Hıristiyan mezarlıklarında duyduğum hüznü, Türk mezarlıklarında duymam. Orada geçirdiğim saatler esnasında, içimde tatlı bir hayâle dalmaktan başka hisler uyanmadı. Karacaahmet'te ölüm korkusunu unuttum" diye yazıyor.
Şair, kendi ülkesinde Pere-Lachaise mezarlığına yaptığı ziyaretin, üzerinden birkaç gün atamadığı melankoliye (kasvet ve bunaltıya) sebep olduğunu samimiyetle itiraf ediyor.
Buna karşılık Beyoğlu ve Üsküdar'daki büyük mezarlıklarda (Karacaahmet mezarlığı gibi), herhangi bir hüzne-kedere-kasavete kapılmadığını, aksine hayal dünyasının esiri olduğunu belirtiyor.
Fransız şair Theophlle Gautler hislerini bu şekilde dile getirirken, Karacaahmet ile bir Katolik mezarlığını karşılaştırıyor....
Şair daha sonra kitabındaki İstanbul hâtıralarını anlatmayı şöyle sürdürüyor:
"Katolik mezhebi, ölümü korkuyla dolu karanlık bir şiir havasına sokmuştur. Mezarlarını da korku ve dehşet verecek bir şekilde tasarlamış; hazin, korkunç motif ve heykellerle donatmıştır. Oysa Müslüman mezarları; gerek taşları, gerekse altın renkleriyle yattığı selvi ağaçlarının gölgesinde, bir ölü mekânından çok, âdeta ebedî istirahatın birer köşkü gibidir."
***
Zannederim şairin bu güzel tasvirine ekleyecek pek de fazla bir şey yok. O, her iki tarafın da durumunu enteresan mukayese ve güzel teşbihleriyle... olanca çıplaklığı ve de güzelliğiyle ortaya koymuş. Başka ne denebilir ki..?
Zaten biz mü'minler de, Rasûl-i zî-şân Efendimizin (s.a.v.), "Dünya işlerinde sıkıntıya düştüğünüzde kabir ehlinden yardım talep ediniz" hadis-i şerifleri gereği, bunaldığımız her an oralara koşmuyor, onlardan istimdat etmiyor muyuz?
Fâni dünyanın bu kasvetli havası bunalttığında, oralara gidip ebedi ve sermedi âlemi düşünüp huzur ve sükûna kavuşmuyor muyuz?
Hasılı, bu noktada edilecek elbette ki pek çok söz olabilir. Ama bu güzel yazıyı gölgelememek için kısa kesmenin uygun olacağını düşünüyorum...
... Ama Necip Fazıl'ın "Karacaahmet" şiirini de hatırlayarak...
KARACAAHMET
Deryada sonsuzluğu zikretmeye ne zahmet!
Al sana, derya gibi sonsuz Karacaahmet!
Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde;
Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde?
Mezar, mezar, zıtların kenetlendiği nokta;
Mezar, mezar, varlığa yol veren geçit, yokta...
Onda sırların sırrı: Bulmak için kaybetmek.
Parmakların saydığı ne varsa hep tüketmek.
Varmak o iklime ki, uğramaz ihtiyarlık;
Ebedi gençliğin taht kurduğu yer, mezarlık.
Ebedi gençlik ölüm, desem kimse inanmaz;
Taş ihtiyarlar, servi çürür, ölüm yıpranmaz.
Karacaahmet bana neler söylüyor, neler!
Diyor ki, viran olmaz tek bucak, viraneler,
Zaman deli gömleği, onu yırtan da ölüm;
Ölümde yekpâre ân, ne kesiklik, ne bölüm...
Hep olmadan hiç olmaz, hiçin ötesinde hep;
Bu mu dersin, taşlarda donmuş sükûta sebep?
Kavuklu, başörtülü, fesli, başaçık taşlar;
Taşlara yaslanmış da küflü kemikten başlar,
Kum dolu gözleriyle süzüyor insanları;
Süzüyor, sahi diye toprağa basanları.
Onlar ki, her nefeste habersiz öldüğünden,
Gülüp oynamaktalar, gelir gibi düğünden.
Onlar ki, sıfırlarda rakamları bulmuşlar,
Fikirden kurtularak, ölümden kurtulmuşlar.
Söyle Karacaahmet, bu ne acıklı talih!
Taşlarına kapanmış, ağlıyor koca tarih!
1969
Selam ve dua ile...