Arapça’da “lânet”; kovma, hayırdan uzaklaştırma, mahrumiyet, Allah’ın af ve rahmetinden uzak olma manalarına gelir. Türkçemizde ise lânetlenmiş, tard edilmiş, kovulmuş, sürülmüş anlamında kullanılır. Bilindiği gibi Allah Teala tarafından lânetlenenlerin başında Şeytan gelir. [Bkz. Nisa suresi, 118-119] Yine Kur’an-ı Kerim’de Allah’a iftira edenler, müşrikler, kâfirler, zâlimler, münafıklar… lânetlenmişlerdir.
Daha çok İblîs-Şeytan ve onun yolunda giden takipçileri hakkında kullanılan “aleyhillâne” tabiri, üzerine lânet olsun demektir. “Lânetullâhi aleyh” de, Allah’ın lâneti üzerine olsun demektir.
Ayrıca Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) de hadislerinde, Allah’ın, Rasûlünün, meleklerin lânetine uğradığını bildirdiği kimseler de vardır. Bu mevzudaki rivayetlere bakılabilir.
Lânet iki türlüdür:
1- Menâzl-i ebrâr’dan tard; yani tenzil-i rütbe ki, iyiler derecesinden, salihler mertebesinden indirmek, aşağılara çekmek.
2- Rahmet-i İlahi’den, Cennet’ten tard etmek, kovmaktır. Nitekim Şeytan kıyâs-ı fâsid yapıp merdûd oldu (kovuldu). İnsanların kıyâs-ı fâsidden kaçınıp, iblis gibi olmamaları iktiza eder.
Kâfirin hem zâtına, hem fiiline lânet edilir; mü’minin ise yalnızca fiiline (yaptığı kötülüklere) lânet edilebilir. [Bkz. A.Erol, Hatıratım, s. 90-91]
Yüce dinimiz İslâm, Müslümanların kendileri, çocukları, diğer Müslümanlar ve malları aleyhinde beddua etmelerini yasaklamıştır. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurmuşlardır ki;
“Kendinize beddua etmeyiniz; çocuklarınıza beddua etmeyiniz; mallarınıza da beddua etmeyiniz. Dileklerin kabul edildiği zamana denk gelir de Allah bedduanızı kabul ediverir.” [Müslim, Sahih, Zühd, 74; Ebû Dâvûd, Sünen, Vitir 27]
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) beddua etmekten kaçınırdı. Kendisinin lânet eden değil, aksine rahmet peygamberi olduğunu söylerdi. [Müslim, Sahih, Birr, 87]
Mekke döneminde İslâm’ı tebliğ etmek üzere Tâif'e gittiğinde, orada kötü bir davranışla karşı karşıya kalmış; dönüşte taş yağmuruna tutulmuş, mübarek ayakları kanlar içerisinde kalmıştı. O sırada Allah (c.c.) tarafından kendisine, "onlar aleyhinde yapacağı bedduanın kabul edileceği, dilerse onları helâk edeceği" bildirilmiş, fakat Âlemlere Rahmet Efendimiz (s.a.v.) "Hayır, belki bunların sulbünden sana ibadet edecek çocuklar doğar, yâ Rabb." demişti. Uhud'da dişini kıran, yüzünü yaralayan düşmanları için, "Allah'ım! Kavmimi hidayete erdir, çünkü onlar (ne) yaptıklarını bilmiyorlar." [Tecrîd-i Sarih Tercümesi, 4, 314] diye dua etmiştir. Bütün çalışmalara rağmen İslâmiyeti kabul etmeyen Devs kabilesine beddua etmesi istenince, "Yâ Rabbi! Devs kabilesine hidayet eyle de onları bizim saflarımıza kat." diye dua etmişti. [Tecrîd-i Sarih Tercümesi, 8, 344]
Bununla beraber, Rasûl-i Ekrem Efendimizin (s.a.v.) zaman zaman Allah düşmanlarına beddua ettiği de olmuştur. Bi'r-i Mâûne'de yetmiş İslâm davetçisini şehît eden Kilab kabîlesine Rasûlullah (s.a.v.) bir ay süre ile beddua ve lânet etmişti. Kâbe'de namaz kılarken kendisiyle alay eden müşriklere de beddua etmiş, Bedir muharebesinde yere serildiklerini gözleriyle görmüştü. [Tecrîd-i Sarih Tercümesi, 10, 43-45] Hendek muharebesinde Medine önlerinde toplanan düşmanın perişan olup dağılmaları için dua etmiş, bunun üzerine geceleyin ansızın doğudan kopan fırtına düşmanın altını üstüne çevirmişti. [Tecrîd-i Sarih Tercümesi, 8, 342-343]
Bütün bunlardan sonra diyebiliriz ki; Müslüman, günahkâr da olsalar, Müslümanlara beddua etmekten sakınmalıdır.
Bu dünyada zulmeden kişi cezasız kalmayacaktır. Bu dünyada zulmünün cezasını göreceği gibi ahirette de elîm bir azapla cezalandırılacaktır. Burada mazluma düşen güzel bir şekilde sabretmektir.
Bu mevzu ile ilgili bazı hadisler ve kısaca açıklamaları
“…Mü'mine lânet etmek, onu öldürmek gibidir." [Buhârî, Sahih, Cenâiz 84, Müslim, Sahih, İmân, 176-177]
Lânet, lânet edilen canlının, hem dünya hem de âhirette Allah'ın rahmetinden uzak kalmasını dilemek demektir. ‘Lânet olsun, Allah lânet etsin, lânet olası, mel'un adam’ gibi sözler -farkında olunsun veya olunmasın- kişinin rahmetten mahrum kalmasını, uzak tutulmasını istemek demektir. Lânetlenmiş varlıkların başında şeytan gelir. Şeytân aleyhi'l-la'ne cümlesi, ‘Allah'ın rahmetinden kovulmuş şeytan’ anlamında çokça kullanılan bir ifadedir.
Bir mü'mine lânet etmek, onun şeytan gibi ilâhî rahmetten ebediyyen mahrum kalmasını dilemek anlamına gelir. Bu ise, o Müslümanın hayat hakkına tecâvüz etmek, onu öldürmek gibi çok ağır bir suçtur. Hatta bir Müslümanın tam anlamıyla ölmesini dilemek anlamındadır. Öldüren, öldürdüğü Müslümanı sadece dünyevî hak ve menfaatlarından mahrum bırakır. Lânetçi ise, dileğine kavuşsa da kavuşmasa da, Müslümanın hem dünya hem de âhiret mutluluğuna mâni olmak için teşebbüste bulunmuş demektir.
"Mü'mine lânet etmek, onu öldürmek gibidir." tesbitinden, lânetçinin de kâtil gibi kısas edileceği hükmü çıkarılamaz. Ancak işlediği cinâyetin büyüklüğü ortaya konulmuş olmaktadır. Lânetçinin dünyadaki cezâsı değilse de mânevî sorumluluğu kâtilinkine eş bir sorumluluktur.
Mü'mini öldürmek kolay değildir. Çünkü o bir fiildir. Mü'mine lânet etmek ise kolaydır. Zira o bir sözdür. Bu fark da dikkate alınınca, sadedinde olduğumuz hadisin lânetçiye yönelik olarak ifade ettiği tehdidin, "Bu iş kolaydır." diye böyle bir cinâyetin işlenivermesini önlemeye yönelik olduğu anlaşılır.
"Sıddîka lânetçi olması yakışmaz." [Müslim, Sahih, Birr, 84; Tirmizî, Sünen, Birr, 72]
Sıddîk, lûgaten özü-sözü doğru kimse demektir. Böyle birine lânetçiliğin yakışmayacağını bildirmektedir. Eğer bir kişi başkalarına olur olmaz sebeplerle lânet ediyorsa, onun iman ve İslâm kalitesinde bir kusur var demektir. Özü-sözü doğru olma kıvamına erişememiş demektir.
"Lânetçiler, kıyamet günü ne şefâatçi ne de şâhit olurlar." [Müslim, Sahih, Birr, 85, 86; Ebû Dâvûd, Sünen, Edeb, 45]
Bu hadi-i şerif, etrafa lânet yağdırmayı huy edinmiş olanların kıyamet günü uğrayacakları mahrûmiyeti ortaya koymaktadır. Böylesi kimseler, kıyamette kimseye şefaatçi olamaz ve şâhitlik yapamaz, bu tür saadeti / mutlulukları yaşayamazlar. Bu, onların mü'minler arasında olması gereken acıma ve yardımlaşma gibi güzel duygu ve ilişkilerden uzak bulunduklarının hem göstergesi hem de cezâsıdır. Yani âhirette lânetçinin şefaatı ve şehâdeti kabul edilmeyecektir.
"Birbirinize Allah'ın lâneti, gazâbı ve cehennem azâbı ile lânet ve beddua etmeyiniz!" [Ebû Dâvûd, Sünen, Edeb, 45; Tirmizî, Sünen, Birr, 48]
Müslümanların birbirlerine "Allah sana lânet etsin", "Allah'ın gazâbına uğrayasın", "Cehennemde yanasın" gibi beddua cümleleriyle lânet okumamaları tenbih ve ikaz edilmektedir. Lânet, gazap ve azâb temennisi, mü’minlerin öfkelerini yatıştırmak için de olsa, ağızlarına almamaları gereken felâket tellallığıdır.
"Kâmil (olgun) mü'min, yerici, lânetçi, kötü iş ve kötü söz sahibi olamaz." [Tirmizî, Sünen, Birr, 48]
Olgun mü’minler kimseyi kötülemez, lânetlemez, iş ve sözde haddini aşmaz, ahlâksızlık yapmaz. Kemâl noksanlığının göstergesi olan bu gibi düşük hareketlerin ve özellikle lânetçiliğin en büyük tehlikesi, o lânetin sonuçta lânetçiye dönmesidir. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
"Kul, herhangi bir şeye lânet ettiğinde o lânet gökyüzüne çıkar. Semânın kapıları ona kapanır. Sonra yere iner, yeryüzünün kapıları da ona kapanır. Sonra sağa-sola bakınır, girecek yer bulamaz da lânet edilen kişiye döner. Eğer gerçekten lânete lâyık ise onda kalır, değilse lânet edene döner." [Ebû Dâvûd, Sünen, Edeb, 45; Tirmizî, Sünen, Birr, 48]
Lânet, kendisine gökyüzünde ve yeryüzünde yer bulamaz, lânet edilen kişiye gider, eğer gerçekten o lânete layık biri ise, onda kalır, değilse onu dileyene, yani lânet edene döner. Lânetçinin lâneti, kendisi hakkında geçerlilik kazanır. Bu da kişinin kendi ağzıyla kendi felâketini hazırlaması, felâketine bizzat kendisinin davetiye çıkarması demektir. Hiç şüphesiz aklı başında olgun hiç bir mü'min böylesi gülünç ve acı bir duruma düşmek istemez. Bunun yolu ise, başkalarına lânet etmemektir.
Hâsıl-ı kelâm netice-i merâm;