Ahmet Selim, ZAMAN, 05 Mart 2006 Pazar
Adeta ısrarla karıştırılan bazı kavramlar var. Bilhassa dinî düşünüş alanında bunun büyük sıkıntılara yol açtığı pek fark edilemiyor.
Birkaç hususa bu yüzden temas etmek istiyorum:
“Hadis” aslen, “hadis rivayeti” demektir. Kaynaklarda belirtilme tarzı, “şundan, şundan rivayet edildiğine göre...” açıklamasıyla beraber verilmesidir. Biz pratikte “hadis” diyerek üst üste iki nokta koyup tırnak içinde veriyoruz. Herhangi rivayet eleştirisi geldiğinde de; bu, “hadis”e, “gerçekliği içinde hadis’in özüne itiraz” gibi algılanıyor. Hatta “peygambere itiraz” gibi anlayanlar da çıkabiliyor. Hiç öyle değildir. Gerçek hadis’e hiçbir inanan itiraz etmez, edemez.
Hadis rivayetlerinin bazı vasıflarla tasnifi, senedine göredir. “Sahih” sözü rivayet senedinin durumunu belirtir. “Sabittir, gerçektir” hükmü gibi bir mutlak kesinlik anlamında değildir. O kesinlik, sadece “mütevatir hadis”te vardır.
Ahad haber, yani menşeinde tek sahibinin, tek ravinin bulunduğu bir haberdir ve sahihlerin birçoğu bu durumdadır. Ravilerin sonradan, yani rivayet silsilesinin sonraki safhalarında çoğalması bu durumu değiştirmez. Ulema ile ilgili dolaylı bir teyid unsurunun varlığı da anlamlıdır ama; bu husus ana terminolojiyi etkilemez.
Sahih bir hadis rivayeti, düşündürücü olamaz mı? Benim tetebbuatım “olabilir” yönündedir. Hemen bunun ters cephesini belirteyim ki, tahammülleri güçlendirmeye vesile olsun: Rivayeten zayıf görünen bir hadis rivayeti için de, hiç kimse, sırf bu rivayet zaafı dolayısıyla, “Bunu Peygamberimiz söylememiştir” diyemez. Senetteki zaaf bunun ispatı değildir. Hatta ve katta, “mevzu” olarak nitelenen bir rivayet için bile, (altını çizerek söylüyorum) “sırf senedindeki problem” yüzünden aslına yönelik kesin bir değerlendirme hükmü verilemez. Ama, “sahih” olarak nitelenen yahut dolaylı teyid bilgisiyle sahih gibi mütalaa edilen bir hadis’in de düşündürücü olması mümkündür. Mesela ben “kırtas” rivayetiyle ilgili tenkidî değerlendirmelere, yıllardır düşünüyor olmama rağmen yakın duruyorum. Bir şey yazdırılması ahvale uygun görülmemiş, yahut buna benzer bir hal ile mümkün olmamış ise bile; sonraki 3 gün içinde niçin sorulmamıştır? Ayrıca Hz. Ali’ye isnad edilen “Başka türlü bir vasiyet söz konusu olursa, onun dışına çıkıp mücadele etmek imkansızlaşır” türünden bir rivayet bilgisi daha var ki, benim içime hiç sinmemiştir...
Bu türlü fikrî yaklaşımlardan ürkmemek lazım. Yeter ki, müesseselerle usul ve kaide icaplarıyla tenakuz halinde olan aykırılıklar doğmasın. İki hali de belirtiyorum:
a) Rivayetin senedinde zaaf vardır diye o bilginin yok sayılması gerekmez.
b) Rivayeten sıhhatin şartları vardır diye bir hadis rivayetinin mütevatir derecesinde kesinliğine de hükmedilemez.
Adam diyor ki “Yahu! O hadis zayıfmış.” Kardeşim bu bilgi, sana, o manayı reddetme hakkını da vermez, mecburiyetini de yüklemez.
... Karışık gibi görebilirsiniz. Hiç öyle değildir. Bu bahislerdeki ölçülerde gayet muhkem bir terminolojik kuşatma genişliği vardır ve hiçbir nüansı ne kapsam dışı bırakır ne de ihtimal dışı. Yeter ki kullanılan kavramların dilini iyi bilelim.
Kur’an, dinle ilgili her şeyin aslını, esasını çerçevesini, istikametini beyan eder. Dinin özüyle, esaslarıyla ilgili ölçülerin ve bilgilerin Kur’an-ı Kerim’de beyan edilmemiş, işaretlenmemiş olması mümkün değildir. (Mesela reenkarnasyon, sadece bu açıdan dahi redde müstahaktır.) Dinî rivayetlerin-bilgilerin-düşüncelerin hepsi Kur’an’ın teyidine ve ışığına muhtaçtır. Tefsir ve tafsil, bir eksiğin tamamlanması değil, teyid ve işaret olunanın anlaşmaya ve anlatılmaya çalışılmasıdır. Elbette ki, hayatın bütünüyle ilgili olarak tefekküre ve ilmî-fikrî cehde bırakılan konular ve hususlar vardır. Ama bunlar başıboş bırakılmamıştır! Başıboş bırakılmayan; ama bizim tefekkürümüze bırakılan konular ve hususlar, tekamülümüz içindir. Kur’an’da “tefekkür” en çok tekrar edilen kavramlardandır. Çünkü çapınız ne olursa olsun, “kendi bütünlüğünüzü sağlamış olarak İslam’ı yaşama”nın şartı tefekkürdür. Yahya Kemal’in tabiriyle “düşünülmüş halde hazır sunulan”dan bir şeyler alabilmeniz bile ancak kendi aklımızın düşünebilir olmasıyla mümkündür. Yaşama ve var olma şartı niteliğindeki tefekkür türünün farz-ı kifayesi olmaz.