Sevgili kardeşim;

Sorunuz, “özel”lik ifade ettiği, böyle bir formatta yayınlanması gereksiz ve faydasız tartışmalara sebep olabileceği mülahazasıyla yayınlamadık.

Cevabına gelince...

1. O mealde Zât-ı âlilerinden (k.s.) nakledilen sözdeki 40 yıldan kasıt, 40 rakamı olmayıp irşad ve tasarruflarının uzun seneler devam edeceğini iş’ârdır. Yoksa vefatlarından 40 yıl geçtikten sonra irşad vazifelerinin ve tasarruflarının nihayet bulacağı manasında değildir.

Bilindiği üzere İslâmî ilimler ve irfan sahamızda, sayıların farklı bir yeri ve esrârı vardır. Mesela 1, 3, 5, 7, 11, 40… gibi.

40 rakamı umumiyetle kemâl/olgunluk, tamamiyet, mükemmellik, daha çok da “fazlalık-ziyadelik” manasında kullanılmaktadır. Bu cümleden olarak lisanımızda bir çok tabirimiz vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:

“Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum”. (Hz.Ali r.a.)

“Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır”. (Anonim)

“40 fırın ekmek yemek”. (Anonim)

“Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi”. (Anonim)

“Katranı kırk yıl kaynatsan olmaz şeker”. (Anonim)

Benim evlatlarım, kırık değirmenin başında kırk yıl beklerler". (Süleyman Hilmi Tunahan k.s.) Bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/510-bir-evladimin-hatiri-icin-yikik-degirmeni-kirk-yil-beklerim.html

Bütün bu tabirlerimizde, 40 rakamı ile kastedilen, kırk sayısının kendisi değil, ziyadelik-fazlalık-çokluk manasıdır.

Vâris-i Rasûl, Kutbü’l-aktâb, Sahib-i zaman üstâzünâ Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretlerinin, işaret ettiğiniz sözlerindeki “40 sene”den kasıt da, âcizane kanaatim; ‘irşad vazifemiz, tasarrufumuz daha nice uzun yıllar devam edecek’ demektir. Yoksa vefatımızın üzerinden kırk yıl geçtikten sonra bitecek manasında değildir, öyle anlaşılmamalıdır. Ayrıca bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/788-malumat.html

2. Kimin kimi ne kadar sevdiğini ancak kişinin kendisi bilir. Muhabbet, bir başkası tarafından ölçümü yapılabilecek bir haslet değildir. Ayrıca kim naklediyor bu sözü, ona nasıl ve hangi yolla ulaşmış? Oysa O büyük zâtın (k.s.) sevgide ölçüsü nettir, âşikârdır. Buyuruyorlar ki:

“Ben şu denî dünyayı, evlatlarımın kirli tırnağına değişmem”. [Ali Erol, Hatıratım, s. 20] 

“Sâlikler, sahibi nezdinde müsavi itibara sahiptir. Sadece merbutiyet, muhabbet ve gayret ehli olanlar, cevher yüklü develerin, yüksüz develere farkı gibi itibar olunur.” [Ali Erol, a.g.e., s. 54] 

Demek ki O’nun en çok sevdikleri, “evlatlarım” tabir ettiği samimi talebe ve müntesipleridir. “Evlatları” olmaları hasebiyle onların tamamının, mutlak manada değerleri müsavidir. Ancak bağlılık-muhabbet ve gayret erbabı olanlar, bu hasletlerinin derecesi-ziyadeliği nisbetinde daha kıymetlidirler.

Peki, söz konusu zatı buardaki kıstaslara tâbi tutmamız mümkün mü? Değil. Neden? Çünkü ne talebesidir ne de müntesibi… Ama tabii ki mü’minler birbirini sever. Bunda şaşılacak bir durum yoktur, bundan normal ne olabilir? Bu “sevme”nin ölçüsünü de -yukarıda işaret ettiğimiz gibi- elbette ki seven kişi bilir, kriteri o koyar ve koymuştur da… Birilerinin ölçüp biçmesine gerek yoktur.

Bir başka cihet; kimi niçin ve ne kadar ilgilendirir, kime ne kazandırır ki bu mesele? Üzerinde durup düşünmeye, vakit harcamaya değer mi? Bırakınız, o sözünü ettiğiniz “bazı kaynaklar” neler ve kimlerse, bununla onlar oyalanıp meşgul olsunlar…

Ayrıca, bir insanı Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) gönderdiği iddiasını da ilk işitiyorum. Topyekün peygamberleri ve onların varisleri bulunan mürşid-i kâmil u mükemmilleri hakikatte gönderen Hâlık-ı zû’l-Celâl ve’l-Kemâl hazretleridir benim bildiğim. Geçiniz böyle lüzumsuz ve de faydasız lakırdıları… Kendinize lazım ve faydalı olan, öğrenmek ve yapmakla mükellef bulunduğunuz işlere, meselelere, hizmetlere bakınız.

Go to top