s.a muhterem hocam. şimdi kendilerince yeni usül buldular. noel 24 aralıkta kutlanır. biz aralık ayının son gunu yenı gıren yılı kutluyoruz. noeli değil diyolar. ne tür cevap vermektir aslolan böylelerine?
*******
Ve aleyküm selam kıymetli kardeşim;
Peki, fark eden nedir? O tarihte de kutlayan var, başka tarihlerde de kutlayan var... Var oğlu var... Beş gün önce veya altı gün sonra olması neyi değiştirir ki hüküm olarak? Sen şuna buna değil, kutlamanın kendi örf ve âdetlerinle bağdaşıp bağdaşmadığına bakacaksın! Kutladığın şey senin dininle-inancınla, içtimai âdetlerinle mi alakalı, yoksa başka milletlerin-toplumların gelenek ve görenekleriyle mi ilgili? Ölçü bu olacak. Tabir caizse, zurnanın zırt dediği yer burası!
İslâm’ın yılbaşısı nedir?
Hicrî-Kamerî 1 Muharrem günü değil midir?
Eğer sen dininin âdap ve usûlünce bir kutlama yapacaksan, o gün yapacaksın. Gayrimüslimlerin kutladığı günlerde ve onların usûllerine göre değil.
Peki, kendince kılıf bulup onlara uyarsan ne olur?
Allah korusun, “teşebbüh”le ilgili hadisin tehdidi altına girmiş, o töhmeti yüklenmiş, tabir caizse, okkanın altına girmiş olursun! Vebâli-günahı çok büyüktür. Bkz. http://www.halisece.com/islami-yazilar-ve-makeleler/335-gayr-i-muslimlerin-orf-ve-adetlerine-uymanin-vebali.html
Kısacası atalarımızın dediği gibi, “Zırva te’vil götürmez”, “Mızrak çuvala sığmaz”. Bu nevi mantık oyunları, sadece kendini kandırmaya yarar, başka bir şeye değil.
Unutmamak gerekir;
İslâm’da, yapılmaması gerekenleri yapmamak, yapılması gerekenleri yapmaktan daha önemli ve önceliklidir. Tasavvufta da böyledir, pratik hayatta da...
Keza İslâm; ölçü, denge ve itidal dinidir. Daima; öz’e, asl’a, ruh’a, hikmet’e ehemmiyet verir; şekilleri-biçimleri ve ayrıntıları, onlara tâbi olmak derecesiyle değerlendirir.
İslâm’ın emir ve nehiylerinin bâtındaki sırrı, hikmeti, özü, aslen tefekkür-taakkul ve tezekkür halinde tecelli eder; gürültü ve patırtılarla, merasim-tören ve tantanalarla değil. Günlük hayattaki pratik ve şâşâalı alakalar, manevi cihetten nasipsizlikle nefsanî-talî faydalar sağlayabilir ancak. Bu itibarla İslâm’ın özünü ve hakikatini o tür benzeşmelerde değil, kendi örf ve âdetlerimizde, fikrî-zikrî tecelliyatımızda aramalıyız. Zira usûl ve âdâbı kadrince öğrenmek, manevi-ahlâki neşveyi nasibince tatmak-tadabilmek ancak o zaman mümkün hâle gelebilir.
Dinde temkinsiz-tedbirsiz-ihtiyatsız hareket, İslâmî liyakatten öte, o kişinin insanî bakımdan bile himayeye muhtaç olduğuna delâlet eder.
Manevi mahfaza altında bulunmayan çıplak akıl; İslâmî istikamet ve sadakat dengesinden kopmuşsa, yalnızca mazeret üretmeye yarar...
Taklit şaklabanlıkları yapar...
Pratik ve teknik oyunlar oynar işte böyle... 24 Aralık’tı, 31 Aralık’tı gibi...
Kurnazlık komedileri sergiler... Hemen her şeyi becerir, fakat meseleler üzerinde doğru ve sağlıklı tefekkür edemez. Çünkü İslâmî temel ilimlerden hakkıyla nasibini almamış-alamamış, Sünnî-sahih inançtan da mahrumdur. “Dosdoğru yolda yürümekten, meselelerdeki esahh / en doğru görüşler”e uymaktan, âdeta arslandan kaçar gibi firar eder, hep böyle yan yollara sapar! Bunu da -sözüm ona- marifet ve maharet zanneder!
Nefsin-Şeytan’ın emrindeki irâde, onu sürekli lüzumsuz-faydasız, bilakis kendisine zarar veren yanlış ve bir o kadar da tehlikeli olabilecek şeylerle, oyun ve eğelencelerle, İslâmi olmayan uygulamalarla meşgul eder. Abesle uğraştırır, teferruata / detaya boğar, zevâhir labirentlerinde dolaştırır.
Neticede bu iş, Allah korusun, günümüzdeki “nüfus kâğıdı Müslümanları” girdabında boğulmaya kadar götürür insanı...