https://erkanarkutyaziyor.wordpress.com/tag/madde-gercek-mi/ Bu linkden anlaşılan: Madde sebeptir, madde var olmadan da varmış gibi hissettirilebilir.Sizden ricâm maddenin vücudu haricisinin olduğunu vehim ve hayal olmadığını aklî delilllerle ispat etmeniz.İslam akidesinde yoktur diye cevap vermeyiniz,çünki İslamiyyetin hak olduğunun isbatı da en evvel maddenin var olması üzerine kuruludur.İnsanların imanlarını kurtarmaya vesile olmanız dileğiyle...
Soru: Deniz tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Değerli ‘selamsız’ kardeşim;
“Rican” başımız-gözümüz üstüne! Estağfirullah, siz sorduktan ve, “İslam akidesinde yoktur diye cevap vermeyiniz” yazıp, ardından da “çünki İslamiyyetin hak olduğunun isbatı da en evvel maddenin var olması üzerine kuruludur” açıklamasını yaptıktan sonra cevap vermemezlik etmek, mazeret üretmeye kalkışmak ne haddimize… Her ne kadar bununla mutlak manada, “İnsanların imanlarını kurtarmaya ” nasıl ve hangi yönde “vesile” olunacağını tam olarak kavrayamasak da…
Bey misin hanım mısın bilmiyorum. Kullandığın “Deniz” isminin cinsiyeti uniseks... Kadın erkek her cinse de şâmil. Uniseks için Bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/713-uniseks-tabir-edilen-isimler.html
Artık hangi cinseten, her kim ve nerede neyle meşgulsen..? Çok da önemli değil.
Fakat öncelikle hatırlatmakta fayda mülahaza ediyorum; üzerinde olduğunuz / olduğumuz mesele esasen İslâmî ilimlerden ilm-i kelâm ve tasavvuf mevzuuna girer. Felsefenin de bu sahada meşgalesi olmakla birlikte faydasızdır, lâf kalabalığından, kafa karışıklığından ileri bir mana ifade etmez bizim için... Filasıl felsefe vesveseden ibaret olduğu gibi, bu mevzularda öne sürdükleri görüşler de kuruntudan öteye geçmeyen iddialardır.
Sadedinde olduğumuz mevzu kelâm ve akaidde, Ehl-i Hak yani Ehl-i Sünnet ile Ehl-i dalâl ve felâsife arasında geçen ilmî münazara ve münakaşaların en başta gelenlerindendir. Binaenaleyh tarafınızdan sual diye tevcih olunan meselenin de, günümüz toplumu nazar-ı itibara alındığında, hayli zorlama bir soru olduğu aşikâr. Ama olsun. Gene de vaktimiz nisbetinde ele alıp üzerinde durmaya çalışalım.
1) Bir defa linkini verdiğin yazıda anlatılanların bir kısmı, tamamen “mâ‘lûmu i‘lâm” kabilinden basit felsefî bilgi kırıntıları… Üzerinde çok da kafa ve gönül yormayı gerektirecek hususlar değil. Ayrıca itikadî bakımdan tehlikeli sayılabilecek sakat ifadeler de mevcut. Allahu Teâla’yı -hâşâ- akla teşbih etmeye cür’etkârlık gibi…
Keza, meseleye mâneviyat ve bâtınî-tasavvufî ilimler perspektifinden bakılmadığı, daha açık bir ifadeyle bu sahadan mahrum olunduğu için, “Sebepler Âlemi” ile “Müsebbibü’l-esbâb Âlemi” birbirine karıştırılmış. Dolayısiyle anlatılanlar sanki içinden çıkılmaz bir muamma gibi gösterilmeye çalışılmış. Bulanık sığ suyun derin görünmesi gibi…
Ve kezalik yazıyı kaleme alanın, “Âlem-i Halk” ve “Âlem-i Emr”den, bunlara dair bilgilerden de bîhaber olduğu anlaşılıyor. Nitekim Cenab-ı Hakk’ın, bizim gibi iki mahlûku olan zaman ve mekân varlıklarını izahta çok kasır ve yetersiz kalmış.
Sonuçta ortaya “hiç kimse maddenin orijinalini şimdiye kadar görmüş değildir. Herkes beyninin içinde yaşar. Dünya çok kaliteli bir rüyadır. Keskin, şuuru açık bir rüya görüyoruz” gibi saçma-sapan, tam da ‘ortaya bir karışık’ nev’inden bir lâf salatası çıkmış!
2) Madde-ruh, sebep-müsebbip bunlar farklı mefhumlar / kavramlar olmakla birlikte birbirleriyle merbuttur. Hissetmek, hayâl etmek ayrıdır; eşyanın hakikatıyla muhatap olmak ayrıdır. Bu hususta Ehl-i Sünnet akîdesinin temel görüşlerini gerek İmam Nesefî gerekse onu şerh eden Allâme-i Taftazanî (r.aleyhima) hazeratı özetle şöyle açıklamışlardır:
“Ehl-i Sünnet’e göre eşyanın hakikati sabit ve mevcuttur, vardır. Bir şeyin hakikati-mahiyeti, bir şeyi o şey yapan husustur. Mesela insan için ‘Hayvân-ı nâtık: konuşan ve düşünen hayvan’ denilmesi gibi… Halbuki insan için ‘gülen’ veya ‘yazan’ demek, ‘hayvân-ı nâtık’ demek gibi değildir. Bunlara sahip olmayan bir insanı tasavvur etmek mümkündür. Zira gülmek ve yazmak insandaki a‘razlardandır, temel vasıflardan değildir.
Şöyle de ifade olunabilir: Gerçekleşmesi itibariyle, bir şeyin o şey olmasına hakikat, muşahhas hale gelmesine hüviyet, bu gibi hususların dikkate alınmamış haline mahiyet adı verilir. Buna göre mesela gerçek varlığı olmayan anka kuşunun hakikati vardır, denebilir. Hüviyette ise muşahhaslık aranır.
Böylece ‘Eşya ile ilgili hiçbir hakikat sabit değildir. Hakikatın var olduğu hakkında da yok olduğu hususunda da bilgimiz yoktur’ diyen sofistlerin / felsefe girdabında bocalayanların düşünceleri, Ehl-i Sünnet tarafından reddedilmiş oluyor.
Sofistâiyyeden bir kısmı, eşyânın hakîkatini inkâr edip, eşyânın boş vehim ve hayâl (olmayan şeyleri varmış gibi düşünüp ona inanmak) olduğunu iddiâ ederler. Bunlara İnâdiyye denir. Bir kısmı eşyânın sübûtunu (varlığını) inkâr eder. Eşyânın hakîkatinin itikâda (inanma şekline) bağlı olduğunu söylerler. Meselâ; cevher olduğu itikâd edilirse, cevher; a‘raz olduğu itikâd edilirse, a'raz; kadîm (başlangıcı olmayan) veya hâdis (sonradan var olan) olduğuna itikâd edilirse, hâdis veya kadîmdir derler. Bunlara İndiyye denir. Bir şeyin varlığını ve yokluğunu ikisini de inkâr edip, şüpheci olanlara Lâ Edriyye denir.
Bu husustaki hakiki delilimiz şudur: Biz Ehl-i Sünnet camiası, eşyanın zaruri olarak var olduğuna kesinlikle apaçık şekilde hükmediyor ve bunun böyle olduğunu biliyor ve inanıyoruz. Bazı şeylerin var olduğunu ise açıklamalarla biliyoruz. Bu noktada daha pek çok ilzam edici / susturucu deliller mevcuttur… [Bkz. Şerhu Akaid, Teftâzânî]
Hakikat şu ki; sofistlerle, bahusus bunların Lâ Edriye kısmıyla münakaşaya / münazara ve cidale girmenin bir yolu ve de çaresi yoktur. Zira onlar hiçbir mâlum (bilgi) kabul etmiyorlar ki, ona dayanılarak mechul (bilinmeyen) bir husus kendilerine isbat edilebilsin. Bunlara gerçeği kabul ettirebilmenin yolu-yöntemi, kendilerine ateşin yaktığını isbat için ellerini ateşe sokmaktır. Bu sayede ya gerçeği itiraf ve kabul ederler veya yanmaya razı olurlar.
***
Kelamcılara göre bilgi
İnsanın dış dünya hakkındaki bilgileri kesindir. Eğer dış dünya hakkındaki bilgilerimiz kesin olmazsa, Allah’ın varlığı hakkında konuşamayız. Bu sebeple kelamcılara göre insan, duyuları (beş duyu) vasıtasiyle dış dünyayı bilebilir.
Diğer bilgi kaynakları da akıl ve haber-i sadıktır. Bunlarla alakalı geniş bilgi için Ehl-i Sünnet Akaidi’ne dair eserlere bkz. Burası bunun uzun uzadıya anlatılıp yazılacak yeri değil.
***
Vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûd
Üzerinde yaşadığımız dünya ve onun içindekilerle dışındakilerin gerçek bir varlığa sahip olmadığı yolundaki düşünce, insanlık tarihinin yabancısı değildir. Bu mevzudaki tartışmalar, Batı’nın ve Doğu’nun eski din ve felsefelerine kadar uzanır. Tarih boyunca da çeşitli inanç ve felsefe mensupları, eşyanın gerçek bir varlık olmadığı yolunda görüşler ileri sürmüşlerdir.
Bizim irfanımız içinde ise, bu iddiaların, İslâm’ın ortaya çıkışından asırlarca sonra tasavvuf sahasında, “vahdet-i vücûd” ve “vahdet-i şuhûd” terkipleriyle birlikte konuşulup yazıldığına şahit oluyoruz. Felsefe ve tasavvufun yanı sıra, kelâmcılar arasında da bu mevzu, akaidle alakası bakımından, uzun uzun münazara ve münakaşa edilmiştir. Böylece, varlıkların hayal ve vehimden ibaret olduğu yolundaki görüşlerin akâid-kelâm (yahut usûlüddin) tasavvuf ve felsefe olmak üzere üç ayrı alanla ilgisinin bulunduğunu görebiliyoruz.
Bu mevzu, gündemimize daha çok bir akaid meselesi olarak getirilmiştir; kamuoyunda yol açtığı problemler de inançla ilgili tereddüt ve tartışmaları ihtiva etmektedir. Onun için, söz konusu modelin felsefî dayanakları bulunsa bile, pratikte bizi çok fazla ilgilendirmeyeceği ortadadır. Bu durumda, geriye akaid-kelâm ile tasavvuf alanları kalmaktadır.
Nitekim bir açıdan bakıldığında, mevzuun bir tevhidi isbat vasıtası olarak gündeme getirildiğini görüyoruz ki, bu durumda yerini de kelâm ilmi olarak belirlemek gerekiyor. Diğer yandan, iddiaların kaynağına ve isbat biçimine baktığımızda, kelâmın kaynaklarının terk edildiğini müşahede ediyoruz. Mevzuun tasavvufla alakasını incelediğimizde ise, bu defa müstakillen tasavvufun usûl ve âdâbını göremiyoruz. Ve sonunda kendimizi, felsefe-tasavvuf-kelâm karışımı bir model karşısında buluyoruz. Bu da gözardı edilmemesi icap eden bir hakikat.
***
Güneş doğduktan sonra yıldızları göremeyip yok bilmek
Evvela, maddenin bir hayalden ibaret olduğu yolundaki görüşün, İslâm irfanında, tasavvufa dayandığını dikkate almamız gerekir. Zaten iddia sahipleri de bu mevzuda delil olarak iki İslâm mutasavvıfını, Muhyiddin b. Arabî ile İmam-ı Rabbânî (kaddesallahu esrarahuma) hazeratını göstermektedirler.
Muhyiddin b. Arabî (k.s.), Allah’tan başka bir varlık kabul etmeyen “vahdet-i vücûd” görüşüne sahiptir. Vahdet-i vücûd hakkında geniş bilgi için bkz.
http://www.halisece.com/akaid/131-qvahdet-i-vucuda-dair-en-kati-hukumq.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/132-vahdeti-vucut-hakkinda-bir-soru.html
İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sâni Ahmed el-Farukî es-Serhendî (k.s.) ise, yaratılmışların da haricî bir varlık sahibi olduğunu net bir şekilde ifade etmektedir. Onun tevhidi, vücuda değil, şuhûda dayanan bir tevhiddir ki, vahdet-i şuhûd adıyla anılır. Bunu, İmam Rabbânî (k.s.) hazretleri bizzat kendileri şu şekilde açıklamaktadır:
“Meselâ bir kimse güneşin varlığına ilmî bir yakınlık peyda etse, bu yakınlık diğer yıldızların o anda yok kabul edilmesini gerektirmez. Fakat güneşi temâşâ eden bir insan, yıldızları göremez. Çünkü o anda, onda, güneşi görme isteğinin dışında bir arzu yoktur. Buna rağmen, bu insan mutlaka bilir ki, yıldızlar yok değildir; güneşin parlak ışığından dolayı görünmezler.… Güneş doğduktan sonra yıldızları yok bilmek başka, o anda görmemek başkadır.” [Dr. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, M. Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul, 1997, s. 295-6.]
İmam-ı Rabbânî (k.s.) hazretlerinin, Muhyiddin b. Arabî’yi (k.s.) birçok mektubunda bu açıdan tenkit ettiği, Mektûbat-ı Şerifelerini mütâlaa edenler tarafından gayet iyi bilinen bir gerçektir. Meselâ, bir mektuplarında, “Şeyh Muhyiddin ve izinden gidenlerle aranızdaki fark nedir?” şeklindeki bir soruyu İmam-ı Rabbânî hazretleri şöyle cevaplandırıyor:
‘Bu ikisi arasında ne büyük fark vardır!.. Onlar gölge varlığın, ancak vehim ve hayalde var olduğunu ileri sürüp mücerred teklikten başka hariçte bir mevcudun varlığını kabul etmezken, bu Fakir, bu gölgeye ait varlığın hariçte varlığını sabit görüyor.… Eğer bu büyükler, hariçte gölge varlığın, hariçteki asıl varlığın gölgesi olduğunu bilselerdi, hariçte âlemin var olduğunu inkâr etmez, bunu yalnızca vehim ve hayalde var saymazlardı.” [A.g.e., cilt, 2, mektup,1]
Bu durumda, âlemin bir hayal ve vehimden ibaret olduğu yönündeki görüş, sadece Muhyiddin b. Arabî’ye aittir. Diğer İslâm âlimleri gibi, bilhassa ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbânî (k.s.) hazretleri tarafından da ciddî şekilde tenkide uğramış bir görüş olarak kalmaktadır. Ayrıca yukarıda linkini verdiğimiz yazıda da görülecektir ki, Silsile-i Aliyye Hazeratının 33’üncü ve son halkasını teşkil eden Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri tarafından da büyük tenkide tâbi tutulmuştur.
Bununla birlikte, kim tarafından savunulursa savunulsun, vahdet-i vücud meselesinin, Doğu’nun veya Batı’nın diğer din ve felsefeleriyle hakikatte bir ilişkisi yoktur.
Keza tasavvuf, kendi hususiyetleriyle, kendi âdap ve ıstılahlarıyla, başlı başına bir irfan mektebidir ve bu irfan mektebinin tabirlerini, örf ve âdetlerini kendi şartları içinde değerlendirmek icap eder. Seyr u sülûk, zıll / gölge, hayal / vehim, esmâ, sıfât, şe’n, fenâ, keşif, zevk, müşahede, cezbe, tecelliyat, mülk, melekût, misâl... gibi yüzlerce tasavvufî kavram vardır. Binaenaleh bir tasavvuf ehlinin hayalden, gölgeden, vehimden, tevhidden ve saireden söz ettiği zaman neyi kast ettiğini kavrayabilmesi için, herşeyden önce bu kavramlara âşinâ olması ve onları kendi muhtevâları içinde yerli yerine oturtabilme kabiliyet ve istidadına sahip bulunması gerekir.
Ayrıca bilinmesi gerekir ki, tasavvufî görüşler / keşif ve müşahedeler nazarî bilgileri değil, yaşanan bir hâli yansıtırlar, şuhûdî bilgilerdir. İster vahdet-i vücûd olsun, isterse vahdet-i şuhûd olsun; bunlar, manevî âlemlerde bir seyir takip eden yolcunun, nice mertebeler kat ettikten sonra erişeceği bir menzili ifade etmektedirler. Öyle bir mevkide bulunanlar, baktıkları yere kâinatın gerisinden değil, kâinattan pek çok şeyi kendi arkalarına almış olarak bakmaktadırlar…
O bakımdan, dünya ehli olan / şu veya bu seviyede dünyaya bağlı bulunan, şer'î ilimlerden bâhusus bâtın-i şerîatten bîbehre olan kimselerin böyle bir mevzuda onları anlamaya veya anlatmaya çalışmaları yahut felsefe ekollerinde bu görüşlerin benzerlerini araştırmaları kadar beyhude bir çaba düşünmek de mümkün değildir.
Ve kezalik yukarıdaki maddeden de çıkarılabileceği gibi, tasavvuftan alınan bir görüşün isbatı da, açıklanması da tasavvufun kendi âdap ve usûlu içinde cereyan etmelidir. Bu usûller ise, seyir, keşif, zevk, şuhûd… gibi esaslardır. Bu ise kelâmın, tefsirin, hadisin yahut fıkhın usûllerinden çok farklıdır. O yüzden, “madde hayaldir” şeklinde bir iddia ortaya atıldığı ve bu iddianın kaynağı olarak tasavvuf gösterildiği zaman, bu iddia sahiplerinin, böyle bir manevi hazzı-zevki, tecrübeyi yaşamış, keşif ve müşahedesini gerçekleştirmiş olarak ortaya çıkmış olması… Ve iddialarının isbat ve açıklamasını da, aynı kaynağın tabiat ve tatbikatına uygun usûllerle yapması gerekir. Sadece nakliyatçılıkla sıhhatli bir sonuca varılmaz.
***
Maddenin hayal olduğu ile ilgili iddiaları savunanlar
Bunlar, iddialarının İslâmî ilimlerdeki delili olarak tasavvuf kaynaklarını göstermektedirler. Ancak kendilerinin aynı yolu takip ettikleri ve seyr ü sülûk, keşif ve ilham yoluyla bu müşahedeleri paylaşmış olduklarına dair bir iddiaları söz konusu değil. Hatta, yapılan nakillerin de ortaya koyduğu gibi, bu kaynakların ve ihtiva ettikleri tabirlerin çoğu zaman doğru bir şekilde anlaşılmış olduğuna dair ciddî bir emâre de yoktur. Bu kaynaklara, daha ziyade, “İslâmî bir dayanak” bulabilme kaygısıyla başvurulduğu anlaşılmaktadır. Daha net bir şekilde ifade etmek gerekirse, iddialar hem mahiyet, hem de usûl itibarıyla, felsefî bir görünüm arz etmekle beraber tasavvufla da irtibatlı olduğu ortaya çıkmaktadır. Maamafih, akaid-kelâm alanına girdiği ve görüş sahiplerinin iddiasına göre, tevhid hakikatinin bir isbat vasıtası olarak kullanıldığı için, mevzu ister istemez kelâm ilmi disiplininin sahasına taşmakta; dolayısiyle konuya özellikle bu yönden de bakmamızı gerekli kılmaktadır. Onun için meseleyi her üç pencereden de birlikte değerlendirmeye gayret ettik.
***
V e l h â s ı l
“O’nun (Allah'ın) zâtınden başka her şey helâk olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürül(üb götürül)eceksiniz.” [Kasas suresi, 88] âyetinin beyân ettiği hakikate binâen, ezelî-ebedî-bâki olan Allahu Teâla’dır. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır. O ilmin hâricinde hiçbir şey yoktur ki, mutlak yokluk diye bir şey olsun. Mutlak manada yokluk olmadığına göre, Ehl-i Sünnet inancına nazaran eşyanın hakikati sabittir, vardır, hayâlden ibaret değildir. Aksi yöndeki iddia, Ehl-i Sünnet harici bazı mezheplerin ve felsefenin görüşüdür. Bizi ilzam etmez.
Bu görüşe nazaran hâricî vücudunu kaybeden eşya, vücud-i ilmîye gider. İlmî vücudu bulunan varlıklar da, adem-i hâricî olarak târif olunur. Detaylar için bkz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/3150-acbu-z-zeneb-yahut-acmu-z-zeneb.html