II. Abdülhamid Han bildiği halde neden hiç Fransızca konuşmazdı ya da gayrimüslimlerin diliyle konuşmak, başka harflerle Kur'an'ı yazmak
Selamün aleyküm hocam, Abdülhamit Han çok iyi Fransızca bildiği halden neden konuşmazdı? Sebep, onun bu tutumu, anlatılanların ötesinde gayrimüslimleri ve dillerini yüceltmemek, İslamın izzetini korumak adına olabilir mi?
Soru: Ubeydullah tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Ve aleyküm selam.
Bildiğiniz üzre bendeniz tarihçi değilim. Ancak tarih ilminin İslâmi ilimlerle ünsiyetinin bulunması ve sorduğunuz meselenin dînî cihetinin de olması sebebiyle bir nebze üzerinde durup ele almaya çalışalım. İnşaallah sadra şifa, yırtığa yama olur.
İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed el-Fârukî (k.s.) hazretleri mâruf, meşhur ve muhallet eserleri el-Mektubat’ta (1/163) şu beyanlarda bulunuyor:
“İslâm ve küfür birbirinin zıddıdır, bir arada bulunmaları muhâldir. Birine kıymet verdiğinde diğerini küçük düşürmüş olursun.
Bilinmesi lazımdır ki; dünya ve ahiret saadetini elde etmek, yalnızca İki Cihan’ın Efendisi’ne (s.a.v.) tâbi olmaya bağlıdır. O’na tâbi olmak ise, İslâm’ın hükümlerini yerine getirerek insanlar arasında tatbik etmekle, küfrün tesirlerini ortadan kaldırarak iptâl etmekle, havâstan ve avâmdan onu kovup uzaklaştırmakla ancak mümkün olur. Çünkü İslâm ve küfür kıyamete dek hatta kıyamette bile bir araya gelmeyecek olan iki zıddır. Birini kabul etmek diğerini nefyetmeyi (reddetmeyi) ve birine değer vermek diğerini küçük düşürmeyi gerektirir.
Allah Sübhânehu Nebîsi ve Habîbi’ne (s.a.v.) hitâben şöyle buyurmuştur:
‘Ey Nebî (Peygamber), kâfirlerle ve münafıklarla cihad et, onlara sert davran!’ [Tevbe suresi, 73]
Allah sübhânehu, ahlâkın en büyüğüyle vasıflanmış olan Rasûlüne, kâfirlerle cihad etmeyi ve onlara sert davranmayı emredince, bilindi ki, onlara sert davranmak (bu) büyük (ekmel ve etemm) ahlâka dahildir.
İslâm’ın yüceliği küfrün ve küfür ehlinin zilletindendir. Kim ehl-i küfre değer verirse, ehl-i İslâm’ı zelil düşürmüş olur. Değer vermek / üstün tutmak yalnızca onlara saygı göstermek ve baş köşeye oturtmaktan ibaret de değildir. Aynı zamanda meclislere (toplantılara) alarak onlarla beraber olmak ve onların dilini kullanarak onlarla konuşmaktır. Bütün bunlar ehl-i küfrü üstün tutma manasına dahildir. Onlara lâyık olan, köpekler gibi kovulmaktır…
Bir beyit: Düşmanımı seversin, sonra da zannedersin ki / Ben seni seviyorum; akıl senden ne kadar ıraktır!..” [A.g.e., Yasin Yayınevi, İst. 2001, 2, 463-4]
***
Sultan II. Abdülhamid rahmetullahi aleyhe gelince…
Fransız akademisi âzalarından Claude Farrére’in yazdığına göre o, ‘Türkçe’den başka hiçbir dil konuşmamayı ve yalnız namaz sûrelerini Arapça okumayı kaide ittihaz etmişti.’
Adı geçen kişi kitabında, onu anlatmaya şöyle devam ediyor:
"Sultan Abdülhamid’in yazısı okunaklı ve düzgündür. İmlâ bilmediği şöyle dursun, mutavassıt bir hattat derecesinde yazdığı Arapça ve Farsça büyük levhalar vardır. Fransızca bildiğini ise, büyük bir Fransız edibinin şehâdeti ile kaydetmekle iktifâ ediyorum:
Müellif: Fransız akademisi âzasından Claude Farrére.
Eser: Souvenirs (1953 Paris tab’ı)
‘Aşağıdaki fıkrada bahsi geçen Madam, Constans, Fransa sefiri Mösyö Constans’ın karısıdır; kocasından sonra İstanbul’a gelmiş olduğu için Zât-ı Şâhâne’ye ayrıca takdim edilmiştir.’ [sh: 28]
Madam Constans’ın muvasalatında padişahı ziyaretle tazimatını arz etmesi teşrifât icabından olmak itibariyle, bu muhteşem resmi kabul münâsebetiyle öğretilmiş olduğunda, irad edeceği tâzimat nutkunun kelimesi kelimesine ezberletildiğinde ve huzurdan nasıl çıkacağının da uzun uzadıya tâlim edilmiş olduğunda hiç şüphe yoktur. Bilhassa çıkış meselesi çok nâzik bir mesele idi; çünkü geri geri giderek çıkmak ve bu hareket esnasında fasılalarla üç zarurî reverans yapmak mecburiyetinde idi. İşte bu geri hareketini yaparken bir basamaktan da inmek mecburiyetinde kalacağı kendisine söylenmemiş, sırf bir muziplik olmak üzere bu nokta ihmal edilmişti: Genç diplomatlara tabiî eğlence lâzımdı!..
Abdülhamid, Türkçe’den başka hiçbir dil konuşmamayı ve yalnız namaz sûrelerini Arapça okumayı kaide ittihaz etmişti. Nihayet Madam Constans ezberindeki iki buçuk cümleyi îrad edip geri geri giderek huzurdan çıkarken üçüncü reveransını yapacağı sırada o hâin basamak tam arkasına gelip çattı.
İşte o zaman Sultan Hamid bir el işâretiyle kendisini durdurup Fransızca konuşarak ve bilhassa en temiz Fransızca ile hitab ederek:
‘- Prenez gadre, Madame! Vous allez vous flanquer par terre!.." Yani; "Dikkat edin madam, yere yuvarlanacaksınız!..’ dedi.” [M. Raif Oğan, Sultan Abdülhamid II ve Bugünkü Muârızları, İstanbul, 1956, sh: 37-38)
***
Abdülhamid Han’ın yabancılarla konuşurken kendi diliyle (Türkçe) konuşmasının başka sebeplerinden bahsedenler de vardır. Nitekim tercüme esnasında, konuşulan meseleyle ilgili düşünme fırsatı bulduğunu söyleyenler olduğu gibi, daha başka ve farklı değerlendirmeler de mevcuttur.
“Keçecizade Fuad Paşa hâtıratında, ‘Abdülhamid Fransızca’yı iyi anlardı; fakat kendisine mahsus bir kibir [kendi zu’mu H.E.] ve azamet, daha doğrusu târize veya tenkide uğramamak için hiçbir vakit konuşmazdı.’ demektedir. Kabul törenlerinde bir Osmanlı hükümdarının Fransızca konuşması gayet tabiî ve zarûri bir millî vecîbe olmakla birlikte, Tahsin Paşa onun ‘Fransızca anladığını, fakat tekellüme alışmadığı için konuşmadığını’ yazmaktadır.” [Bkz. Ziya Nur Aksun, II. Abdülhamid Han, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2010]
Bunlar da şüphesiz mâkul ve mantıklı sebepler ve izahlardır. Ancak asıl sebebin İslâm’ın ve Müslümanın izzetini muhafaza olduğu da muhakkaktır.
***
N e t i c e
Öğrenebildiğimiz kadar yabancı dil öğrenmek, konuşup yazabilmek elbette faydalıdır, bilhassa gençler arasında teşvik edilmelidir. Nitekim atalarımız, “Bir lisan, bir insan…” demişler. Böylece birden fazla dil bilmenin ehemmiyetine dikkat çekmişler. Bununla beraber insan ne kadar akıllı-zeki, çalışkan, eğitimli ve kabiliyetli olursa olsun, yeryüzündeki bütün dilleri konuşabilmesi mümkün değildir. En çok dil bilen bir insan, on kadar ayrı lisanı ancak konuşabilir ve anlayabilir.O da ayrı bahis…
Maamafih o dilleri öne çıkarmak, yerli yersiz kullanıp, aşağılık kompleksiyle onlara, olması gerekenden fazlaca değer atfetmek de asla doğru bir hareket olmaz. Hele hele Kur’an-ı Kerim’in Arapça olan o enfes lisanını, gerek konuşmalarımızla, gerek farklı harflerle yazışmalarla tebdil ve tahrif etmeye hakkımız yoktur, haddimiz de değildir. Çünkü bu hatalı tutum ve davranışların sonucu -Allah korusun- insanı küfre kadar götürür, götürebilir.
İşte, gerek İmam-ı Rabbani (k.s.) ikaz ve ihtarlarıyla, gerekse Abdülhamid Han hazretleri uygulamalarıyla lisan üzerinden dikkat çekmek istedikleri mühim husus tam da bu noktadadır. Binaenaleyh el’an kullandığımız Latin harfleriyle Kur’an-ı Kerim’i yazmak, basmaya kalkışmak asla caiz olmaz.
Dilerseniz yazımızı, bu mevzuda kaleme alınmış bir eserden yapacağımız iktibasla noktalayalım.
“Şüphesiz Arabî harflerin dışındakilerle Kur’an’ı yazmak, doğru yoldan sapmadır; onu değiştirmedir, bozmadır. Allah yolundan yüz çevirmedir! Kur’an-ı Kerim’in kerametini iptaldir, hükümsüz kılmaktır. Onun ahkâmını, emir ve nehiylerini bırakıp yitirmektir, kaybolmasına sebep olmaktır. Böyle bir fiil ancak cahilden ya da Allah ve Rasûlü’nün hududunu aşan, hedefi delip geçen birinden sadır olur.” [Salih Ali, Tahrîmu Kitabeti’l-Kur’an bi-hurûfin ğayri Arabiyyetin, s. 4; Ayrıca bk. Mustafa Sabri Ef. Mes’eletü Terceti’l-Kur’an, Kahire, 1351]
Mevuz ile alakası bakımından lütfen aşağıdaki linke de bkz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1760-latin-harfleriyle-yasin-i-serif-okunabilir-mi.html