Slm ve hürmetler hocam.. MEZHEBİ İNKÂR EDENLERİN HÜKMÜ NEDİR? Bilgilendirmeniz menfaatimizedir. Hayırlı çalışmalar…
*******
Soruyu isterseniz biraz geniş bir çerçevede ele alalım…
Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiştir. (Bunu ise) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar, ibret alırlar.” [Bakara suresi, 269]
Ayet-i kerimede geçen hikmet; İbn Abbas, İmam Dahhak, İmam Mücahid ve diğer âlimlere (r.anhum) göre, Kur’an-ı Kerim’i anlamaktır, ilim ve fıkıhtan ibarettir.
Bu ayet-i celilede dikkat çekilen unsurları şöyle sıralayabiliriz:
1. Allah Teâlâ hikmeti herkese değil, sadece dilediği kuluna vermektedir.
2. Kendisine hikmet verilen kula, büyük bir hayır verilmiştir. Demek ki hikmet; çok kıymetli ve müstesna bir ilimdir, anlayış ve kavrayıştır.
3. Hikmetin bu üstünlüğünü ve kıymetini ise ancak akıl sahipleri anlayabilmekte, diğerleri ise hikmetin bu faziletinden gafil bulunmaktadırlar.
***
Şimdi de, ayetin beyan ettiği bu üç unsurun, mezheple/mezheplerle alakasına gelelim…
1) Madem ayetin açık beyanıyla Allah Teâlâ hikmeti herkese değil, sadece dilediği kuluna vermektedir… Acaba hikmetten azami mertebede hissesi olan kullar kimlerdir?
Acaba İmam-ı Âzam, İmam Şafiî, İmam Malik, İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Mâtürîdî, İmam Eş’arî ve diğer müçtehit âlimlerin (rahımehumullah) hikmetten nasibi ile bizim nasibimiz ya da kendini müçtehit zanneden zamanımızın mezhepsizlerinin payı aynı mıdır? İmam Gazali, Celaleddin Suyûtî, hatta İmam-ı Rabbani (k.esrarahum) hazeratı gibi âlimler, neden itikatta-amelde o büyük zatları takip etmişlerdir?!
O hâlde bir mezhep münkiri için iki yol vardır:
- Ya itikat ve amelde Ehl-i Sünnet mezheplerinin imamlarına verilen hikmetin aynısının kendisine de verildiğini kabul edecek ve bu kabul ile de kargaları bile kendine güldürecek...
- Ya da aklını başına alarak, kendisine hikmet verilen mezhep imamlarına tabi olacak. Meselelerin izahını onlara sorup öğrenecek. Yani o zatların kitaplarına müracaat edecek.
2) Madem Allah Teâlâ, hikmeti herkese değil, sadece dilediği kuluna vermektedir... Acaba kendisine hikmet verilmeyen kullar ne yapacaktır? İslâm’ın hükümlerini; helali, haramı, ibadetlerin eda ve ifa şekillerini ve diğer meseleleri nasıl öğrenecek… Kısacası İslamî-dinî-şer’î hayatını nasıl devam ettirecektir?
Aslında her hâlükârda bir mezhebe bağlanmak vardır. Zira bir mezhebe tabi olmayı inkâr edenler de kitaplar yazmakta ve kitaplarında kendi anlayışlarına göre birçok konuyu inceleyip neticeye bağlamaktadırlar. Onların talimiyle mezhep imamlarını ve bir mezhebe bağlanmayı inkâr edenler de bu zatların kitaplarını okumakta ve onların sözleriyle amel etmektedirler. Yani bizler dört mezhepten birisine tabi olurken, onlar da bu kişilere tabi olmakta; dolayısıyla sanki bu kişiler onların mezhep imamı olmaktadır.
Aramızdaki tek fark şudur:
Bizlerin peşinden gittiğimiz müçtehit âlimler, kendilerine hakikaten hikmet verilmiş olan büyük zatlardır. Bu zamandaki mezhepsizler ise geceyi gündüzden ayıramayacak kadar kör cahillerdir.
3) Mezhepsizliğe rağbet ettiren ve mezhepleri inkâr eden kişilere göre; bir mezhebe bağlanmak gereksiz olup herkes kendi görüşünü Kur’an ve Sünnet’ten çıkartmalıdır. Hatta daha da ileri gidip sadece Kur’an’dan diyenler de var. Bu görüşe göre; herkesin hikmet sahibi olması gerekir. Bu ise ayetin “Allah, dilediğine hikmet verir, hikmet verilene ise pek çok hayır verilmiştir” beyanına terstir. Çünkü herkes aslî kaynaktan hüküm çıkarabilse ve Kur’an’dan anladığı ile amel edebilseydi, hikmet herkese verilmiş olurdu. Hâlbuki ayetin ifadesiyle hikmet, sadece Allah’ın dilediklerine ve seçilmişlere verilmiştir.
4) Ayetin sonunda geçen; “Bunu ancak akıl sahipleri anlar” ifadesi de manidârdır. Yani hikmetin kıymetini / değerini ve herkese verilmediğini, sadece Allah’ın murad ettiği müstesna kişilere verildiğini ancak akıl sahipleri anlayabilmektedir.
İşte mezhepsizler, hem hikmetin mahiyetini anlayamamak, hem de kendilerine hikmetin verildiği müçtehit imamları reddetmekle akılsızlar grubuna-güruhuna dâhil olmaktadırlar.
Madem ayetin ifadesiyle hikmet, büyük bir hayırdır ve yalnızca Allah’ın murad ettiği kişilere tahsis edilmiştir; o hâlde hikmetten nasibi olmayan veya az olan biz avamın-mukallitlerin, hikmetin hakikatinin verildiği âlimlere tabi olması bir zorunluluktur ve ayetin işâri bir emridir.
“Ona (Kur’an’a) tertemiz temizlenmiş olanlardan başkası el süremez.’ [Vâkıa suresi, 79] Bu ayet-i celilenin tasavvufî manası: ‘O Kur’an’ın esrarına vakıf olamaz, onun hakiki manasını anlayamaz; ancak kalbini nûr ile dolduran ve letâifini pırıl-pırıl parlatan kimseler onun sırrına mazhar olabilirler’ demektir.” [Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.), Ziya Sunguroğlu, Notlarım, s. 102]
Mezhepsizlerin onu anlaması-kavraması, onun ahkâmının inceliklerine, esrarının derinliklerine vukufu mümkün değildir.
***
Amel ve ibadetlerimizin sıhhati için dört mezhebin önemi büyüktür.
Kur’ân-ı Kerim, ortaya bir temel ve ana şablon koymuş; bu şablondan Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir esaslar manzumesi çıkarmış ve bunu yaşamıştır. Kur’ân’ın hükümlerine “farz” demekteyiz. Allah Resûlü (s.a.v.) bu hükümleri hayata geçirirken, vahiyden aldığı işaretlerle bir şablon da kendisi çizmiştir ki, farzları tamamlayıcı mahiyette olan bu şablona da “sünnet” diyoruz.
Gerek Kur’ân’ın hükümleri, gerekse Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in (s.a.v.) yaşadığı İslâmiyet, yeni durumlara, meselelere İcma' ve içtihatlar (Kıyas-ı Fukaha) ile cevap verecek bir genişlik içindedir. Bu genişlik ise sadece kolaylık ve rahmet olmuştur. Çünkü o, ins ü cinnin Peygamberi, âlemlerin Rahmeti, Kurtarıcısı, günahkârların Şefaatçısıdır. Çünkü onun yolu, dini cihanşümuldür. Çünkü onun yolundan, sünnetinden, tarzından her tercih sahibi, her karakter ve mizaç sahibi, her darda-zorda kalan, her problem yaşayan bir sıcak şefkat, merhamet ve imdat kucağı bulabilmektedir. O hiçbir insan ve cin grubunu dışlamamamış, hepsini-herkesi rahmet ve re'fet şemsiyesi altına almıştır. O, niyeti fitne ve fücur olmayıp yalnız ve halisâne “Allah’a ulaşmak” olanlar için, bütün alternatifleri göstermiştir. Çünkü o, cihan Peygamberidir. Kur’ân, “Biz Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik” [Enbiyâ suresi, 21/107] âyetiyle buna işaret eder.
Allah Teala'nın, Kur’ân’da sadece temel hükümleri beyan etmekle ikitfa edişi ve detaylı şablonu Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yaşayışına ve sünnet istikametinde yapılan doğru içtihatlara bırakışı, bizim için rahmetten ve kolaylıktan ibaret bir İlâhî tasarruftur şüphesiz. Çünkü bütün incelikler, bütün teferruât Kur’ân’da bulunsaydı, bu defa bütün detaylar da “farz” olacaktı, yani kesin İlâhî emir olacaktı. Ve biz buna güç yetiremeyecektik. Meselâ, abdestin, namazın, orucun, zekâtın, haccın sünnetleri, müstehapları, mendupları ve adabı “farz” olsaydı, içinden çıkabilir miydik? Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) farz olur endişesiyle teravih namazına mescitte devam etmeyişinin hikmetini düşünelim... Rasûl-i Ekrem’in (s.a.v.) “farz bir emir gelir” endişesiyle sahabeleri fazlaca soru sormaktan alıkoymasını… Allah’tan ne geliyorsa ona teslim olmalarının yeterli olacağını sıkça beyan buyurmasını doğru değerlendirmemiz lazım. Hz. Musa (a.s.) ile Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Mi’rac’da namazın emredilişi esnasında ümmetin yükümlülüğünü olabildiğince azaltmaya yönelik gösterdikleri gayretleri hatırlayalım… Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), birer kurtuluş reçetesi olan farzları yaşarken, “olabilecek alternatifleri” de bilfiil yine kendisi göstermiştir. İşte hak mezhepler, içtihatlarını bu alternatiflere dayandırmışlardır.
Demek ki, hak mezheplerin içtihatları arzî değil, semavîdir; şahsî/kişisel görüş değil, Kur’ân’a ve sünnete dayanır, onlara uygundur. Öyleyse çok net olarak söylemeliyiz ki, İslâm dinindeki hak mezhepler İslâm dininin büyük, rahmet eseri ve cihanşümul bir din olduğunun tescili ve mührü hükmündedir. Mezheplerin hiçbirisini uygulamayan insan, ibadetlerini kemaliyle yapmaya muktedir olamaz. Çünkü Peygamber Efendimizden (s.a.v) ibadet hususunda alınabilecek ne varsa mezhepler asıl kanallardan, sahih olarak almışlar, zaptetmişler, kaydetmişlerdir. Doğru olarak yorumlamışlardır.
Kısacası, dört mezhepten birisinin görüşlerine uygun amel eden, amelinde makbul derecede sıhhat ve istikameti yakalamış demektir. Aksi takdirde amelini mezheplerden birisine dayandırmayan, amelinde bid’at ve dalâlet içindedir. Aradan bunca asırlar geçtikten sonra bu gün, mezhepleri inkâr edip yeniden İslâmiyet’i keşfetmeye, yeniden ibadet şartlarını araştırmaya kalkışmak, yeni bir dalâlet ve bid’at mezhebi ortaya koymak demektir. Binaenaleyh dört mezhepten biriyle amel etmeyen, dini eksik ve yetersiz olarak yaşamaya mahkûmdur.
Ayrıca aşağıdaki linklere de bkz.
http://www.halisece.com/akaid/350-itikadi-ve-ameli-mezhepler.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/351-mezhep-imamlari-hakkinda.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/347-73-firka-hakkinda-soru.html