Nâz ve niyâz makamı nedir? İsim saklı

*******

“Nâz” tabiri Farsça bir isimdir. Kelime olarak, başkaları tarafından beğenilmek için ortaya konulan yapmacıklı hareket; şîve, işve, cilve eda manalarınadır. Divan şairimiz Nedim’in şu beytinde olduğu gibi:

“Kim öğretti sana cânâ bu denlû şîve vu nâzı

Ki daim böyle nâzile güler nâz ile söylersin”. 

“Nâz etmek / nazlanmak”, istekli olduğu halde istemezmiş gibi davranmak, kendini ağıra satmaktır. Mesela; 

“Nâz mâşûkun, niyâz âşıkın kârıdır” sözü meşhurdur.

Şu demek: Kendisine âşık olunan nazlanır, âşık olansa yalvar-yakar olur. Ayrıca kendini ağıra satma, geçici bir süre başvurulan olumsuz davranış, hatta şımarıklık manalarında da kullanılır.

“Nazı geçmek”; hatırı sayılmak, istediği zor da olsa yerine getirilecek kadar itibar sahibi olmak demektir.

“Nazını çekmek”; katlanmak, tahammül etmek, sabırlı olmak, toleranslı olmasını bilmektir.

Yine Türkçemizde, “Çok nâz âşık usandırır” diye de bir tabirimiz mevcuttur.

***

Tasavvuf lisanında da “nâz”ın, çeşitli manaları vardır.

a- Sevenin sevgisinin, dertli ve mahzûn olan âşıkına güç vermesi demektir.

b- Sevgilisinin âşıkını kandırması, ona cilve yapması, bilmezlikten gelmesidir. [Tehânevî, Keşşâf-ı Istılâhât-ı Fünûn, II, 1563]

“Nâz ehli”; Cenab-ı Hakk’a nazı geçen, O’na karşı nazlanan velî demektir.

Nâz’a idlâl, arbede ve ayn-i tahakküm de denir.

Nâz ehli olanlar, Mevlâ-yi Müteâl ile gayet samimi, -tabiri caizse- her türlü resmiyetten ve kayıttan uzak sohbet eder, O’na içlerini dökerler. Bu hâl içinde Yunus Emre (k.s.) Allah Teala’ya şöyle der:

“Sen temâşâ kılasın ben hod yanam / Hâşâ lillâh Senden ey Rabbe’l-âlemîn”

Hallâc-ı Mansûr’dan (k.s.) söz ederken de;

“Od’a yandırdın külün savurdun / Öyle mi gerek Seni seveni” der.

Cüneyd-i Bağdadî (k.s.) der ki; “Üns ehli münâcât esnasında öyle sözler söyler ki, halk bu sözleri küfür sayar”. [İmam Gazalî, İhya, IV, 331-4]

“Allah Teâla’nın öyle kulları vardır ki, Cenab-ı Hakk’a, ‘Yâ Rabbi! Cennet'ini yarattın anladık, peki Cehennem'ini ne için yarattın?’ diyecek kadar nâzları geçer.

İşte bunlardan biri de Berh isminde bir zattır.

Hz. Musa’nın kavmi, yağmur duasına çıkması için kendisini zorluyorlar. O da Tûr-i Sîna’da kavminin arzusunu Cenab-ı Hakk’a arz ediyor. Cenab-ı Hak da,

‘Sen onların içinde kara Berh’i bul! Dua için gönder. O dua etsin, ben de kabul edeyim. Günahları kalplerini karartmış ve kalpleri benden emin olmayan ve bana bağlı bulunmayan kişilerin yaptıkları duaları, ben nasıl kabul edeyim?’ buyuruyor.

Hz. Musa Berh’i bulduruyor ve Allah’ın emrini söylüyor. Berh bir dağa çıkıyor ve başlıyor niyaza:

‘Allah’ım bu sana yakışmaz; senin hilmine, keremine bu sığmaz. Sana ne oldu, suların mı azaldı? Yoksa esen yeller, bulutları taşıyan rüzgârlar artık emrine mi itaat etmiyor? Yahut sermayen mi bitti veya biz günahkârlara mı çok kızgınsın? Sen Gaffâr değil misin Allah’ım? Sen o günahlardan evvel, rahmetini yaratmadın mı? Bizlere rahmet ve re'fetle / şefkatle muamele etmeyi sen emretmedin mi? Yoksa bize, bizi imtihan ettiğini mi gösteriyorsun? Ya da kaçarız-kayboluruz korkusuyla mı, bizi bir an evvel cezalandırmak istiyorsun? Nedir başımıza gelen bu hâl, yâ Rabbi!’ der demez, yağmur boşalıyor ve öğleye kadar otlar, çimenler, diz boyu yükseliyor.

Allah Teala ülû'l-azm peygamberi Hz. Musa’ya buyuruyor ki:

‘Berh benim çok sevdiğim bir kulumdur. Ama onun da bir kusuru vardır.’ Hz. Musa,

‘Nedir o kusuru ya Rabbi?’ diye soruyor, Hz. Allah,

‘Seher vakti ibadete kalktığında, seher rüzgârı onun hoşuna gidiyor ve ondan zevk alıp huzur buluyor. Halbuki beni seven, benden başka hiç bir şeyde huzur bulmamalı’ buyuruyor.” [İmam Gazali, a.g.e.]

Ferîdüddîn Attâr hazretleri de, Râbiatü’l-Adeviyye’nin nâz mahiyetindeki birçok sözünü nakleder. [Tezkiratü’l-Evliya, 87, 627; İbn Arabî, Fütuhât, II, 684; Herevî, Tabakatü’s-Sûfiyye, 253]

Eşikte niyâz, huzurda nâz edilir. Niyâz abdest almaya, nâz namaz kılmaya benzer.

Fehm-i Kadîmî bir beytinde der ki:

“Hadden ziyâde etme tegâfül niyâzıma / Cânâ meseldir âşıkı çok nâz usandırır”

Bir sûfînin, “Dirisine su vermez, ölüsünü suya verir” demesi gibi… [Câmi, Abdurrahman, Nefahâtü’l-Üns, 315]

***

“Niyâz”; dua, yalvrma-yakarma, tevazu gösterme; selâm, himmet, baş kesmek manalarınadır.

“Ehl-i niyâz”; şer’î hükümlere ve tarikat âdâbına göre hareket eden derviş demektir.

“Niyâz penceresi”, türbelerde, yatırın kabri üzerindeki sandukanın görüldüğü pencerenin adıdır. [A. Gölpınarlı, Mevlevî Âdab ve Erkânı, 36]

Niyâz, “Derviş huzur-ı mürşide vardıkta mürşidini hak bilerek himmet talebi için yüzünü-gözünü yerlere sürerek niyaz etmesi (yalvarıp yakarması)dir”. Âdâb-ı tarikattendir. Mesela, “İnhina ederek (eğilerek) şeyhin el, diz ve eteğin tutmak ve öpmek” denilir. [Ahmed Rif’at, Mir’atü’l-Makasıd, İst., 1923, s. 220] Her ne kadar zâhir ehli bu hâl ve hareket için burun kıvırsa da, bâtın erbabının tarikat âdabındandır. Şeriat terazisiyle değil, hakikat mîzanıyla ölçülmesi gerekir.

Maalesef bazı mehafilde nâz ve niyâz merasimleri, o hâle gelmiştir ki, mürşidin şeyhine secde etmesi şeklini almıştır. Onun için divan şairimiz Nâbî bir beytinde,

“Unf ile halkı kapından sürme / Kimseye dâmen u dest öptürme” demiştir.

Yani; sert, kaba ve katı davranarak insanları kapından kovma! Kimseye el ve etek öptürme! 

Hâsılı, her şeyde olduğu gibi âdap mevzuunda da ifrattan-tefritten uzak, itidâl dairesini gözetmek iktiza eder. 

 

Go to top