Halis ECE
Türkiye Yazarlar Birliği, ''Vefatının 600. Yılında İlk Sosyolog İbn Haldun'' adlı panel düzenledi
Tarihçi, sosyolog, medeniyet kuramcısı İbn Haldun'un (1332-1406) vefatının 600. yılı nedeniyle Ankara'da Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi'nde yapılan panele, Prof. Dr. Ahmet Arslan, Prof. Dr. Süleyman Uludağ, Prof. Dr. Ümit Hassan, Prof. Dr. Erol Kozak katıldı. Panel'de İslam alimi ve düşünürü olan İbn Haldun'un, metodolojisi, din-sosyoloji ilişkisi, epistemolojik dönüşüm ve İbn Haldun, Aristoteles ve İbn Haldun gibi konular ele alındı.
Panel'de İbn Haldun'u, tarihçilerin ''tarih biliminin gerçek kurucusu'', sosyologların ''sosyolojinin habercisi'', siyaset bilimcilerin de ''çağdaş anlamıyla ilk siyaset bilimci'' olarak gördüğü belirtildi.
Akademik disiplinin dar sınırları içinde kalan bütün bu belirlemelerin İbn Haldun'u tanımlamaya yetmeyeceği ifade edilen panelde, onun muhteşem eseri Mukaddime'nin, ancak tekil disiplinlerin dar bakış açısı aşılıp küllî/bütünsel bir yaklaşımla ele alındığında doğru kavranabileceği belirtildi.
Panelde, önemli olanın İbn Haldun'un, bir bilimin kendini kurma-oluşturma sürecinde bir başlangıç veya önemli bir kavşak noktası olarak ele alınması olmadığı kaydedilerek, asıl önemli olanın tarih, siyasal iktisat, sosyoloji, siyaset bilimi, psikoloji bilimlerinin İbn Haldun'un düşünce sentezinden yararlanarak nasıl ele alınabileceğini araştırmak olduğu ifade edildi. İbn Haldun'un İslam kültür ve uygarlığının temel cepheleri ve ana sorunları üzerindeki inanılmaz zenginlikteki görüşlerinin bugün de güncelliğini koruduğunu ifade eden konuşmacılar, İbn Haldun'un bugün İslam'ı özü itibariyle bir siyaset olarak yorumlamak isteyen çağdaş İslamcıların büyük bir kısmıyla görüş birliği içinde bulunduğunu vurguladılar. (Haber7.com, 29 Nisan 2006)
***
Bu vesileyle biz de İbn Haldun’un bazı siyasi-idari ve iktisadi görüşleriyle ilgili birkaç anekdotu paylaşmak istedik.
İBN HALDUN’A GÖRE
VAKIF - İLİM MÜNASEBETİ
Bilindiği üzere “vakıf” kelimesinin lugavî mânâsı durdurmak, durmasını temin etmek veya alıkoymaktır. İslâm hukukuna göre ise “vakıf”, bir malın mülkiyetini ve gelirini, Allah rızâsı için muayyen hizmetlere tahsis etmektir. Daha eski devirlerde, benzer müesseseler olsa bile, vakıf, esas olarak İslâm medeniyetinin mühim bir unsuru olarak gelişmiştir.
Vakıflar’ın altın çağı, Osmanlı dönemidir. Osmanlı’nın yükselme çağları, vakıfların da yükselme dönemidir. Osmanlı Devleti’nin duraklama, gerileme ve yıkılma dönemlerini, vakıfların zayıflaması, gerilemesi ve yıkılışı tâkip etmiştir.
Osmanlı Devleti’nde 26 binden fazla vakıf kurulduğunu, ictimaî/sosyal yardımlaşma ve dayanışma, eğitim, sağlık ve bayındırlık hizmetlerini görerek devletin yükünü azalttığı bilinmektedir. 1770’lerde bile Osmanlı vakıfları, devlet bütçesinin üçte birine eşit bir bütçeyle insanlığa karşılıksız hizmet vermekteydi. Devlet’in başhekimi olan Ahî Ahmed Çelebi (1436–1523) çok büyük olan servetini hastane açmak ve hekim yetiştirmek için vakfetmiştir.
1540 yılında sadece Anadolu Eyaleti’nde vakıf yoluyla işletilen 110 medrese vardı. Selçuklu ve Osmanlı’daki vakıf medreseleri, zamanın ilmî, idarî ve malî muhtariyete sahip üniversiteleriydi. (Doğuştan Günümüze B. İslâm Tarihi, 14/68)
Selçuklu, Osmanlı ve diğer İslâm ülkelerinde ilmin ilerlediği dönemlerde vakıfların iyi durumda olduğu ve ilme en büyük desteği verdiği söylenebilir.
Diğer taraftan, ilimde üstünlüğü Batı’ya kaptırdığımız devirlerde vakıf sisteminin de zayıfladığı açıktır. İbn Haldun (1332-1406) merhum, yaklaşık 650 yıl önce, vakıf-ilim alâkasına şöyle dikkat çekmiştir:
“Kahire’nin ilim, hüner ve sanat merkezi olarak kalmasında ve bu medeniyetin korunmasında Selahaddîn-i Eyyûbî’den (rh.aleyh) beri orada İslâm devletinin kurulmuş olması en büyük âmil olmuştur. Müslüman yöneticiler pek çok medrese, tekke, zâviye han ve imâretler binâ edip, bunların idamesini bol gelirler temin eden vakıflara bağlamışlardır. Bu insanlar hayır ve hayrâtı seven, amel (iş) ve maksatlarında ecir-sevap ve Allâh’ın rızâsını arayan insanlardır. İşte bundan dolayı Mısır’da vakıflar çoğaldı... Vakıflar çok olduğu için Mısır’da ilim ve fen gelişmekte, ilmin çeşmeleri kaynayıp taşmaktadır.” (Mukaddime, 2/442-3, Milli Eğitim Bakanlığı Yay. İst. 1991)
Bugün ilim ve teknolojide iyi durumda olmayışımızın, arka sıralarda bulunup âmiyâne tâbirle “nal toplayışımızın” önemli bir sebebi, ilmî ve ictimaî faâliyetleri destekleyen kâfi miktarda ve keyfiyette vakıf ve diğer müesseselerimizin olmamasıdır. Hatta, eskilerini bile koruyup devam ettiremememiz ne kadar acıdır... Halbuki bugün, dünyanın en zengin yüz insanı arasına giren işadamlarımız vardır. Bunlar zenginliklerini, elbette ki bu ülkeye, bu ülkenin toprağına, havasına, suyuna ve insanına borçludurlar. Acaba, aldıklarının karşılığını, gerekli ölçüde ödeyip ödemediklerini düşünüyorlar mı?..
Hâsılı, Osmanlı vakıflarındaki hizmet seviyesini örnek alıp faaliyet gösterecek yeni vakıflara, bilhassa gençlerin arzu edilen kıvamda yetişmesi için, şiddetle ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaca cevap verebilme himmet ve gayreti içerisinde olanları, maddî ve mânevî bütün gücümüzle desteklemek de herhalde hepimizin vazifesi olsa gerek.
VERGİ - GELİR ALAKASI
Yıllardan 1981, aylardan Ekim. Ronald Reagan ABD Başkanlığı'na seçilmiş ve yeni iktisat/ekonomi politikasının esaslarını açıklamak üzere bir basın toplantısı düzenlemiştir. Toplantıda, vergilerin düşürülmesinin üretimi ve refâhı yükselteceğinden söz eder. Ve sonraları Reaganizm diye adlandırılacak iktisat politikalarının bir parçasını teşkil eden yeni vergi sistemini, daha 14. yüzyılda bir mütefekkir tarafından dile getirilmiş olduğunu söyleyerek müdâfaa eder. Bu mütefekkir, sıkı durun, İbn Haldun merhumdan başkası değildir.
İbn-i Haldun'un vergi düşüncesini merak ediyorsanız, Mukaddime'den Reagan'ın okuduğu kısmın tercümesini aşağıda arz ediyoruz. Buyurun hep birlikte okuyalım.
“Vergiler azalınca iktisadî faaliyetler canlılık ve hız kazanır. Ekonomi canlanınca vergi alınan taban genişler. Neticede, az vergi alan devletin geliri çoğalır. Kaybeden ve az kazanan çok kazanmış olur. Diğer taraftan yüksek vergi nisbetleri devletin gelirini düşürür. Çünkü tebaayı ezer, vergi mükelleflerinin teşkil ettiği taban daralır. Sonuçta çok kazanan kaybeder... (Dergah Yayınları, Terc. s. 865-6)
“Ülkeyi mâmur hâle getirmenin en kuvvetli sebebi, memleketi îmar etmek için çalışan müteşebbislerden tarh edilen (kesilen) vergilerin miktarını imkân ölçüsünde azaltmaktır. İnsanlar bu yoldan ülkeyi îmar için hevesli olarak faâliyet gösterir. Çünkü bundan hâsıl olacak faydaların kendilerine doğru bol bol akacağından emin bulunmaktadırlar.” (A.g.e. s.699)
Bir Süper Güç'ün zirvesindeki adamın eline İbn Haldun'un Mukaddime'sini tutuşturanlar, şüphesiz İbn Haldun'u değil, kendilerini yücelttiklerinin idrak ve şuurundadırlar.
Evet, onlar böyle. Biz de kalkmış nelerden bahsediyoruz! Bırakınız Mukaddime'yi okumayı, bu ülke, âyet ile hadîsi tefrik edemeyen; şâirine, “cehlin böylesi sehl'olmaz” mısra‘ını dahi söyletecek mertebede sözde ‘bilim adamları’ yetiştirmiştir. Allah encâmımızı hayr'eylesin... Şuur, idrak, firâset ve basîretler ihsan etsin. Âmîn...
DEVLET’İN TİCARET VE ZİRAATLE UĞRAŞMASI
Devletin ticaret yapması, bugünün tâbiriyle Kamu İktisadî Teşebbüsleri (KİT) mevzuunda İbn Haldun merhûmun dikkat çekici görüşleri vardır. İsterseniz bugün bunları aksettirmeye çalışalım.
İbn Haldun'a göre devletler, başlangıçta bedevîlik devirlerini yaşadıklarından umumiyetle vergileri düşük tutarlar. Çünkü, israf ve lüks henüz idareci sınıf içerisinde yayılmamıştır. Ancak devletin toprakları genişleyip medenîleştikçe, bolluk ve israf alışkanlıkları idareci kesimin masraflarını artırır. Onlar da, üretimi artırıcı tedbirler düşünecekleri yerde, masraflarını karşılayabilmek için ilk fırsatta köylü, tüccar ve esnafa yeni ve ağır vergiler koyarlar... Giderek mevcut vergileri de ağırlaştırırlar. Halbuki bu durum, devletin gelirini artırır gibi görünse de piyasayı durgunluğa sevk eder... Gerek üretim ve gerekse tüketim kısılır. Bunun neticesi olarak da, devlet yüksek vergi alır. Ama vergi alacağı toplam malın üretimi azaldığı ve halkın refah seviyesi düştüğü için, eline geçen miktarda fazla bir değişme olmaz. Fakat yine de devletin gözü doymaz. Vergilerin ağırlaştırılmasının devletin masraflarını karşılamadığı, üstelik de yeni vergi tahsildarları istihdam etmek suretiyle ilâve yükler getirdiği görülünce; bu defa devletin kendisi ticaret yapmaya, piyasaya bir tüccar olarak girmeye kalkar. Devlet adına bazılarının piyasaya haksız rekabet yaparak girmeleri neticesinde, piyasanın dengeleri sarsılır. Piyasaya giren bu insanlar zannederler ki; böylece devletin serveti artacak ve üretim artışından dolayı devlet daha fazla vergi toplayabilecektir.
Oysa İbn Haldun merhum, bütün bunların iktisadî bakımdan hatalı olduğu görüşündedir. Zira bu merhale ona göre, önce tebaanın (vatandaşın), sonra da devletin zararına işleyecektir. O bunu şöyle ifade eder:
“... Bu suretle tebaa büyük zorluklara ve sıkıntılara uğrar. Kazanç temin etme yolları büsbütün kapandığından çalışmaktan ümidini keser. Bu hâl, devletin vergi toplamasını zorlaştırır; gelirini azaltır... Çiftçi ekincilikten, tâcir de alış-verişten elini çektikten sonra, bütün vergilerin kaynakları kapanır; yahut fâhiş bir nisbette eksilir…
“... Devlet kendisi ticâretle uğraşmadan, bu alış-veriş, tebaası tarafından yapıldığı takdirde, bunlardan toplayacağı vergilerden daha çok gelir temin edecektir... Devletin ticaret ve çiftçilikle meşgul olması, yurdu i‘mâr edenlerin hukukuna bir tecâvüzdür!.. Tebaasının iş ve hareketinin durması ile devletin düzeni ve işi bozulur... Vatanın bayındırlığı azalır. Çünkü tebaa çalışmaz; tâcir alış-verişi, çiftçi çiftçiliğini bırakırsa, geçim düzeni bozulur.”
Sözün burasında İbni Haldun, vergilerin sadece servet sahipleri hakkında dürüst davranmak, onların kazanç ve işlerini gözden kaçırmamakla temin edileceğini ifade eder ve şunları söyler:
“Ancak bu takdirde onların (yani müteşebbislerin) emelleri (vizyonları) genişler. Onlar, mal ve servetlerini çoğaltmak üzere (yaptıkları işi) severek-zevkle çalışırlar... Onların servetleri artınca da devletin geliri çoğalır.”
Devletin zoraki mal alıp piyasaya da zorla satması, bizzat devleti büyük zarara soktuğunu söyleyen büyük âlim ve mütefekkirimiz, hükümdarların-idarecilerin bunun farkında olmadıklarına işaret eder... Ve onları, bu gibi yanlış tatbikatlara sevk eden kişilere kulak asmamaları gerektiği hususunda uyarırken de, sanki bugünkü idarecilere bir mesaj yollar gibidir. Çünkü ona göre, “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzediğinden daha fazla benzer.”
İktisadî bakımdan niye benzemesin?