Halis ECE Hoca Efendi, 24 Kasım 2018 tarihinde vefât etmiştir. Karacaahmet Mezarlığı, 5.Ada kısmına defnedilmiştir. Cenâb-ı Hakk mekânını cennet eylesin. Geride kalanlarına da, sabr-ı cemîl ihsân eylesin.
Not: Siteye soru gönderme işlemi kaldırılmıştır. Arşiv niteliğindeki yazılarından ve soru-cevaplarından istifâde edilmesi temennîsiyle...
Halis ECE
Bilindiği gibi İslâm şerîatının dört ana kaynağı vardır. Dinî hükümler, bunlardan herhangi birine istinad edebilir. Her şeyin Kur’an’da açıkça bulunması gerekmez. Neticede diğer delillerin dayandığı yer de yine şüphesiz ki Kur’an’dır. O bakımdan, bazılarının iddia ettiği gibi kaynak, sadece Kur’an’dan ibaret değildir. Kısaca ifade etmek gerekirse, “edille-i şer‘iye-i asliye” yani şerîatin aslî delilleri dörttür:
1. Kitap: Kur’ân-ı Kerim,
2. Sünnet: Peygamber Efendimiz’in kavil, fiil ve takrîrleri yani tasvipleri,
3. Ümmetin icma‘ı: Peygamberimiz’in vefâtından sonra, herhangi bir asırda İslâm müctehidlerinin, amelî bir meselenin hükmü üzerinde ittifak etmeleri,
4. Fukahânın kıyâsı: Bilinen iki şeyden birinin nassla sâbit olan hükmünü, aralarındaki müşterek illetten dolayı müctehidin, diğerinde de ictihad ile ortaya koymasıdır.
***
Ancak herkesin bildiği bu aslî delillerden başka, ilmihâl kitaplarında anlatılamayan ve avam Müslümanların haberdar olmadığı başka kaynaklar da vardır ki, onlara da “edille-i şer'iye-i fer‘iye” denilir. Şimdi dilerseniz kısaca bu fer‘î delillere bir göz atalım.
a) İstihsan:
Lûgaten bir şeyi güzel saymak mânâsına olan istihsan, usûl-i fıkıh ıstılâhında bir kıyastan, ondan daha kuvvetli bir kıyasa dönmektir.
b) İstishab:
Lûgatte, beraberce bulunma (musâhabet) veya beraber olmanın devam etmesi (sohbet) mânâsına gelir. Istılâhta ise şöyle târif edilmiştir: Mâzîde sabit olup sonradan değiştiği bilinmeyen bir şeyin, hâli hazırda da aynen kalmasına hükmetmektir. İstishab, bütün mezheplerin kabul ettiği bir delildir.
c) Örf:
Akıl yönünden de dînî bakımdan da güzel olan, selîm akıl (sağduyu) sahipleri yanında yadırganmayan şey demektir. Bu gibi örf, âdet ve teâmüller de, ihtiyaç hâlinde kendilerine müracaat olunan şer‘î bir delildir.
d) Mesâlih-i mürsele veya istıslâh:
Bunlar; Şâri‘ (1) (Allah ve Resûlü) tarafından ne itibar ne de iptal ve ilgâ edildiği bilinmeyen maslahatlardır. “Mesâlih”, faydalı olanı elde etmek, zararlı olanı gidermek mânâsına gelen maslahat’ın cem‘îsidir. Mesâlih-i mürsele ile istidlâl işine de istıslâh denir. Lûgat mânâsı ise, bir şeyin iyi hâle getirilmesini istemektir.
e) Bizden öncekilerin şeraîtleri:
Fıkıh usûlündeki ifadesiyle; “Şerâiun min kablinâ şerîatün lenâ.” Yani bizden öncekilerin şeraîtleri(inden iptal edilmemiş olan hükümler), bizim de şerîatımızdır. Bir başka ifadeyle, o şerîatlerin Kur’an ve Sünnet’le neshedilmeyen (kaldırılmayan) hükümleri ki, işte onların da İslâm’da geçerlilikleri devam etmektedir.
f) Sahâbî kavli:
Sahâbîler, Peygamber Efendimizi (s.a.v.) gözleriyle görmüşler; onun ilim, irfan ve feyzinden bizzat istifade etmişlerdir. Bu hususta farklı görüşler olmakla beraber, sahâbî kavli de fer‘î deliller arasında zikredilmiştir.
g) Zerâyi‘:
Vesîle mânâsına gelen zerîa‘nın cem‘îsidir. İslâm hukuk ıstılâhında zerâyi‘, helâl ve harama götüren, onlara vâsıta olan şeylerdir, diye târif edilir. Buna göre, kötülüğe giden yolları kapamak gerekir, buna sedd-i zerâyi‘ denir. Hayra giden yolları da açmak lâzım gelir ki, buna da feth-i zerâyi‘ tâbir edilir.
***
Hâl böyle olunca, “Kur’ân Müslümanlığı” "Kur'ân'ı merkez edinme" nakaratlarıyla ortaya çıkıp nâralar atan, ortalığı velveleye veren, dolayısıyla sünneti dışlayan, mezhepleri kabul etmeyen, tasavvufa burun kıvıran çağdaşlara (!) bir çift sözümüz var:
Kusura bakmasınlar ama, ya ufukları dardır, ya niyetleri kötüdür, ya da kalbleri-kulakları mühürlenmiş, gözleri de perdelenmiştir. Başka türlü bir îzah bulmakta zorlanıyoruz.
Sanki bunlar, “Allah’la kul arasına girilmez!” hezeyanının arkasına sığınıp, Resûlüllâh’ın (s.a.v.) hidâyetini istemiyorlar. O hidâyet ki, Kur’ân-ı Kerim’de, “Ümmîler arasından kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitâb’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen o (Allah)’dır. Halbuki onlar, önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler”(2) diye açılanmaktadır.
O Nebiyy-i Ümmî (s.a.v.), ümmetine Kur’ân-ı Kerim’i ve hikmeti nasıl öğretti? Zâhir ve bâtınlarını nasıl temizledi? Allâh’ın âyetlerini onlara o okumasaydı, kim okuyacaktı? Elbette ki sünnetiyle o öğretti ve güzel sîreti (mânevî durumu, hâl ve hareketleri, tabiatı, ahlâk ve karakteri) ile her şeyi apaçık o ortaya koydu. Onun sünneti olmadan Kur’an nasıl anlaşılırdı? Bunun başka bir yolu-yordamı var mıydı?
DİPNOTLAR
(1) İslâm hukûkuna göre hüküm koymak, kanun yapmak, Allah ve Resûlü’ne aittir. Bu sebeple fıkıh lisânında, Allah ve Resûlü’nden, şerîat koyan mânâsında “Şâri‘” diye bahsedilir.
(2) Kur’ân-ı Kerim, Cum‘â sûresi, 62/2.