hocam Selamun aleykum..hayırlı sabahlar..Hocam dün namazında imamda vaazda bu konudan bahsetti ve kesinlikle bunun doğru olmadığını uydurma olduğunu ısrarla söyledi..Konu ile alakalı sizin malumatınızı almak istedim..selam ve dua ile hocam.. Cenaze defnedildiği zaman mezarın başından en son imamlar ayrılır. Bunun sebebi olarak mevtanın, öldüğünü ancak mezarın içinde anladığını ve kalkmaya çalışınca kafasını mezarın içindeki betona vurduğunu ve imamın da bu sesi duyduktan sonra kabri terk ettiğini duydum. Bunun bir doğruluğu var mıdır? Fazıl Karataş - Facebook
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
1- Dün imam …. namazında (herhalde Cuma) vaazda hangi mevzudan bahsetti de, ısrarla ve kesinlikle doğru olmadığını söyledi? Bunu belirtirsen üzerinde konuşuruz.
2- Cenaze defnedildiğinde mezarının başından en son imam ayrılır, çünkü telqin verir. Söz konusu anlatılanların dinî bir müstenidatı, aslı-esası yoktur. Bunlar, bir nevi o hâli, o anı "İnsanlar uykudadırlar. Ölünce (perdeler kalkar) uyanırlar" [Bkz. İmam Gazali, İslam Klasikleri 2, el-Mürşidü’l-Emîn, Bedir Yayınları] hadisinden ilham alarak, birilerinin hikâyeten tasvir sadedinde kendi kapasitesince dillendirdiği sözlerdir, diyebiliriz.
Bilindiği gibi, ölünün kabri toprakla örtülüp insanlar dağılmağa başladıkları zaman, kabrin yanında durup şöyle demeyi sahâbiler müstehap görürlerdi:
"Ey falan, Lâ ilâhe illallah de." Bunu üç kere tekrar eder, sonra yine ölüye hitaben: "Ey falan, Rabbim Allah (c.c.), dinim İslâm, Peygamberim Muhammed’dir (s.a.v.) de." diye telkinde bulunurlardı.
Definden sonra telkin vermek meşrûdur. Farklı lâflara-iddialara itibar etmemelidir. Ashab-ı kiram ve tâbiîn-i izâmdan yukarıdaki rivayetler gelmiştir. Bunda şüphe yoktur ve bu güne kadar da Müslümanlar tarafından tatbik edilegelmiştir.
Ölü, ruhun cesedinden ayrılmasından sonra tabii ki öldüğünü anlamaktadır. Nitekim hadislerden de anlaşıldığı gibi, ruhun cesedden ayrılması ile nimet ve azap başlamaktadır.
Gene malumdur ki, ölüm mutlak yokluk değil, bir halden bir hale geçiş ve bir evden diğer bir eve göçüştür şüphesiz. Bu göçün başlangıcı, dünyada birbirine en sıkı bağlarla bağlı olan bedenle ruhun birbirinden ayrılmalarıdır. Bu sebeple ruhun bedenden ayrılışı, çıkışı ve bundan sonra ebedi istirahatgâhı olan Cennet ya da Cehenneme varıncaya kadar olan yolculuğu ve bu yolculuk esnasında geçecek olan hadiseler önemlidir.
Ruh bedenden ayrılınca, yani insan ölünce artık biz onun bulunduğu âlemde sürdürdüğü hayatı müşâhede edemiyoruz. Ama şer'î nasslarda haber verilmiş olan her şeye kesin olarak inanıyoruz. Müşâhede ve tecrübe sahasından uzak olan, dünyadaki kesif cisimlerin idrâki için verilmiş olan duyularımızla idrâk edemediğimiz bu fizik ötesi âlemde, meydana gelen vak’aları ve ölümden itibaren insanların başına gelecek hadiseleri ancak naklî delillerden öğrenebiliriz. İnsanların bu ebediyet yolculuğu esnasındaki halleri, âyet ve hadislerde yeter derecede izah edilmiştir. Çünkü Nebî’nin / Peygamber’in bir manası da; gidip, görüp, gelip haber veren demektir. Mevzu ile ilgili detaylı bilgi için bkz.
http://halisece.com/islami-makaleler/343-imanin-besinci-sarti-ahiret-gunune-inanmak.html
http://www.halisece.com/akaid/138-islamda-turbekabir-ziyareti-ve-tevessul.html
Selamün aleyküm hocam, öğrenmek istediğimi konu şu: sevmemiz gereken ehl-i beyt kimlerdir? Kuran’daki ehli beyt kavramına girenler yalnızca âli abâ mıdır, yoksa başkaları da bu guruba giriyor mu? Fatma Şevval Alemdar – İstanbul
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Kur'an-ı Kerim'de biz mü’minlere, cân-ı gönülden sevmemiz emredilen Ehl-i Beyt kavramına girenler, Şîa’nın / Câferîlerin / Alevîlerin ve diğer bazı bid’at mezhepleri mensuplarının dediği ve inandığı gibi, yalnızca aşağıda sayacağımız sınıflardan ilki olan “Âl-i abâ” değil, tâdâd edilen zümrelerin tamamıdır. Şöyle ki:
1- Âl-i abâ: Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) bir gün üzerinde bulunan bir abâ'yı (örtüyü, üzerlerine) örttüğü ve Zât-ı âlîleri ileri başta olmak üzere bu örtünün altındaki zevât-ı kiramdır. Yani şu mısra’da sıralndığı gibi, “el-Mustafâ ve’l-Murtazâ ve’l-Fâtımâ ve’bnâhumâ”: Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.), Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hüseyin (r.anhüm) hazerâtıdır.
2- Ezvâc-ı tâhirat / Rasûl-i Ekrem Efendimizin (s.a.v.) hanımları-annelerimiz (r.anhünne)...
3- Rasûl-i Zîşân’ın (s.a.v.) diğer kızları ve onlardan olan torunları...
4- Hz. Ali'nin (r.a.) soyundan gelen sâdât-ı kirâm...
5- Sadaka almaları-yemeleri haram kılınan Hz. Abbas ile onun evlâdı, Hz. Ali'nin kardeşi Akîl ile Câfer ve onların evladı (r.anhüm)...
Bütün bu sınıflar “Ehl-i Beyt” ünvanını haiz, bu rütbenin sahibi bulunmaktadırlar. İstisnasız hepsine karşı sevgi ve saygı beslememiz gerekir.
Kısaca tekrar edecek / toparlayacak olursak; demek ki, Ehl-i Beyt, Şîîlerin / Ca'ferîlerin / Alevîlerin ve sair bazı fırak-ı dâlleye mensup mezheplere tâbi zümrelerin dediği-inandığı gibi sadece Âl-i abâ'dan ibaret olmuyor... Hele ki yalnızca onları sevip diğerlerine sövmek asla değil. Yukarıda tasnif ettiğimiz beş zümrenin tamamı “Ehl-i Beyt” tarifinin içine dâhildirler. Hepsini de sevmemiz, tamamına can-ı gönülden muhabbet ve meveddet beslememiz gerekiyor.
Ayrıca bir hadis-i şeriflerinde Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.) “Selman, Ehl-i Beyt olarak bizdendir” buyurmuş ve Ehl-i Beyt dairesini daha da geniş tutmuşlardır. Nitekim o Server-i Âlem Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin zâhir ve bâtınlarının hakkıyla-tamamiyle-kemaliyle vârisileri bulunan Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri de, merhum Mehmet Akçelioğlu ile eski müftülerden Ali Erol beyefendileri kendi Ehl-i Beytine dâhil etmişlerdir. Rabbim cümlesine muhabbet ve meveddetten, saygı ve hürmetten ayırmasın.
Efdaliyet yani manevi derece itibariyle üstünlük yönündeki farklılıklar ise, tâli derecede kalan bir husustur. Onların hepsinin de Ehl-i Beyt'ten olduğu kesin delillere dayalı bir gerçektir.
Ehl-i Beyt'e cân-ı gönülden sevgi beslemek
“…(Rasûlüm) De ki; buna (bu tebliğime) karşı sizden akrabalıkta / yakınlıkta sevgiden başka bir ecir (ücret) istemem…” [Şûrâ suresi, 23] âyetinin muhtemil bulunduğu/ifade ettiği üç mânâdan biri ile, Ehl-i Beyt'e meveddet/muhabbet/dostluk ve candan sevgi istenilmektedir. [Elmalı'lı, Hak Dini Kur'ân Dili, 5, 4241]
Ayet-i celilenin metninde geçen “el-Kurbâ” kelimesinden kasdolunan zümre, Ehl-i Beyt'tir. Bu lafzı, yalnızca 'Âl-i abâ' ile tefsir edenler, bir hususu dikkatten uzak tutarak isabetsizlik etmişlerdir. Şöyle ki: Bu sûre Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuş... Hz. Fâtıma'nın Aliyyü'l-Murtezâ ile evliliği ise, hicretin ikinci senesinde ve Bedir harbinden sonra vuku bulmuştur. Bu tarihî gerçek ortada dururken, “el-Kurbâ” kelimesinden murad, sadece 'Âl-i abâ'dır demek, yanlışta israr etmek olur. [Bkz. Tefsiru İbni Kesîr, 4, 112-113]
Nassa/nakle ve akla /ilmî usûl ve esaslara uygun düşen mânâya gelince… “Ben, sizden dünyevî bir menfaat talep etmiyorum. Ancak Ehl-i Beytime sevgi göstermenizi arzu ediyorum. Tâ ki onlardan faydalanma ve irşad olunma yolu devamlı olsun/sürekli kalabilsin. Çünkü onlar, tevhid-i zâtî fıtratı/hılkatı üzere yaratılmış bulunmaktadırlar”. [Tefsir-i Nahcuvanî, 2, 289]
Ehl-i Beyt'e sevgi beslememizi telkin eden hadis-i seriflerde de şöyle buyurulmaktadir:
“Yıldızlar, (gökyüzünde) semâ ehli için; Ehl-i Beyt'im de (yeryüzünde) ümmetim için emândır (onlara hidayet rehberi olmakta güvencedir).” [Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, 6, 297] “Ehl-i Beytimin meseli/örneği, sefine-i Nuh'un benzeridir (Hz. Nuh’un gemisine benzer) . Kim ona (o gemiye) bindi ise, necat buldu/kurtuldu. Kim de muhalefet edip geri durdu (onların yoluna aykırı davrandı) ise boğul(up)helak ol)du”. [Münâvî, a.g.e., 5, 517]
İmam Şâfiî (rh.) şu iki beyti ile hem Ehl-i Beyte muhabbetin lüzumunu ortaya koymuş... Hem de namazlarda onlara salât u selâm okumanın farz olduğu ictihadında bulunmuştur:
“Yâ Ehle Beyt’i Rasûlillâh! Hubbükümû
Farzun minallâhi fi'l-Kur'âni enzelehû
Kefâküm min azîmi'l-kadri innekümû
Men lem yusalli aleyküm lâ salâte lehû”.
Mânâsı: “Ey Rasûlullahın Ehl-i Beyti! Sizi sevmek, O’na indirilen Kur'ân'da (bizlere) farz kılınmıştır. Sizin kadr u kıymetinizin / değerinizin büyüklüğü bakımından, (bu) size yeter: Zira size salât okumayan kimsenin namazı(nın) hükmü yoktur”.
Kavsü’l-A’zam Abdülkadir Geylanî (k.s.) hazretleri de, şu iki beyti ile Âl-i abâ'ya olan saygı ve sevgisini şöyle dile getiriyor:
“Lî hamsetün utfî bihâ, Harre'l-vebâi'l-hâtimâ.
el-Mustafâ ve’l-Mürtezâ, Ve'b-nâhümâ ve'l-Fâtımâ”.
Mânâsi: “Benim için beş zât vardır. Ben, onlarla yakıcı ateşi söndürürüm: (Muhammed) Mustafa, (Aliyyü’l-) Murtazâ, iki oğulları (Hasan - Hüseyin) ve Hz. Fâtıma.” [Mehmed Emre, Müslümanca Yaşama Sanatı, Çile Yayınevi, İstanbul, yyy., 1, 40-46]
Değerli kardeşlerim, Ehl-i Sünnet müntesibi bütün mü'minler!
Ehl-i Beyt ve onlara muhabbet mevzuu, uçsuz-bucaksız bir ‘esrâr deryası’dır âdeta… Bu deryadan alabileceğimiz, gönlümüze damlatabileceğimiz bir katre dahi, dünya ve ahiretimiz için ne büyük saadet!
Seyyid Seyfullah (k.s.) hazretlerinin dediği gibi,
“Bu aşk bir bahr-i ummandır, buna hadd u kenâr olmaz!
Delilim sırr-ı Kur’an’dır, bunu bilende âr olmaz!”
Selamün aleyküm. Hocam doğduğunda kulağına ezan okunarak ismi konulmayan bir kişi, büyüyünce ezan okutması gerekir mi? Ayça Aysun Şenel – İstanbul
*******
Ve aleyküm selam.
Değerli kardeşim;
İslâmiyet’te yeni doğan çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına da kamet okuyarak çocuğa isim koymak, bildiğiniz gibi sünnettir. Bu âdet Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hem kavlî sünnetiyle anlatılmış, hem de fiilî olarak tatbik edilmiştir. Nitekim Sünen-i Tirmizî’de nakledildiğine göre, Hz. Hasan (r.a.) dünyaya gelince Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) onun sağ kulağına ezan okumuştur. [Tirmizî, Sünen, Edâhâ, 15]
Hz. Hüseyin’in (r.a.) rivayetine göre ise Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) bu âdetlerinin hikmeti hususunda da şöyle buyurmuşlardır:
“Kimin bir çocuğu olur da, sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okursa, o çocuğa ümmüsıbyan hastalığı zarar vermez (cin musallat olmaz).” [Münâvî, Feyzu'l-Kadir, 6, 237]
Ezan ve kamet, aynı zamanda çocuğa yapılan ilk iman telkinidir. Çünkü ezanın mânâ ve muhtevasında tekbir, tevhid, nübüvvet ve namaz gibi dinin esasları bulunmaktadır.
Peki, çocukluğunda kulağına ezan okunmayan kimsenin kulağına daha sonra ezan okunması gerekir mi?
Hayır, gerekmez.
Okunursa ne olur?
Hiçbir şey olmaz, dinen bir mahzuru yoktur. Ama bu okuyuş doğduğu zamandaki okuyuş gibi değildir haliyle... Çünkü bahis mevzuu sünnet, yerinde ve zamanında işlenmemiştir.
Velhâsıl, çocukların kulağına ezan ve kamet okumak sünnet olduğu için, zamanında ezan veya kamet okumamanın herhangi bir günahı yoktur, sonradan tekrarlanması da gerekmez.
Mevzu ile ilgili olarak aşağıdaki linklere de bkz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2611-saban-capakli.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2253-islam-da-cocuk-egitimi-terbiyesi.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1616-dogum-oncesi-ve-sonrasinda-yapilmasi-gerekenler.html
s.a. hocam bir kuşun başını kopartmak caizmidir?bir sosyal sitede paylaşılan bir fıkrada okudum, yavuz sultan selim han kuşçudaki bir kekliğin başını kopartıp atmış, bu doğru olabilirmi? e. erdinç demirbilek - istanbul
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Fıkrayı paylaşan arkadaşımız bunu nereden aldığını herhalde kaydetmemiş olacak ki, siz de yazmamışsınız. Ancak nereden alınırsa alınsın, adı üstünde fıkradır, bunun üzerinden hüküm yürütemeyiz. Bununla birlikte pâk ecdadımızın, gerek canlılara gerekse câmidata (cansız varlıklara) karşı olan şefkat ve merhametlerini bildiğimiz için de, en azından bunun böyle olmadığını, benzer bir vak’a olmuşsa da bu tarzda cereyan etmediğini kabul eder, varsayarız. Çünkü;
Kuşun başını koparmak caiz olmaz. Böyle bir hareket ne dinî usûlle boğazlamaya uygundur, ne de İslâm’ın merhamet ahlâkına muvafık düşer… Hatta eziyet verilmemesi maksadıyla, kesilen hayvanın dahi canı çıkmadan başının gövdesinden ayrılması hoş karşılanmamış, mekruh kabul edilmiştir. Canı çıktıktan sonra başının vücudundan ayrılmasında ise mahzur yoktur.
Şurası muhakkakk ki, bir Müslüman gerekli ve meşrû olmadıkça ot’u bile koparmaz. Gerekli ve meşrû olunca da insanı bile öldürür. Nitekim savaşta düşman öldürülür ve düşman da neticede bir insandır.
İslâmî şiarlarımızı / Müslümanlığımızın alâmetleri olan hasletlerimizi mutlaka korumalıyız. Yoksa bu toz duman içinde -Allah korusun- her şeyimizi kaybedebiliriz.
Bilindiği gibi hayvan boğazlamanın da, avcılığın da dinimizde belli şartları vardır. Mesela vakit geçirmek ve eğlenmek maksadıyla avlanmak mekruhtur. Çünkü bu abes bir iştir. Müslüman ise abesle meşgul olmaz. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Can taşıyan hiçbir şeyi nişangâh edinmeyiniz.” [Buhârî, Sahih, Zebâih 25; Müslim, Sahih, Sayd 58; Ebû Dâvûd, Sünen, Edâhî 11; Nesâî, Sünen, Dahâyâ 79]
Bir başka hadis-i şerif de şöyledir:
“Kim boş yere bir kuş öldürecek olursa, Kıyamet günü Allah Teâla’nın huzuruna gelerek şöyle der: ‘Rabbim! Filan kişi beni, herhangi bir fayda için değil de gereksiz yere öldürdü.” [Neseî, Sünen, Dehâyâ, 42]
Şayet avlanan kimsenin (avcının) ekinlere, mallara bir zarar vermesi söz konusu olursa, o vakit avlanmak haramdır. Çünkü vesîleler maksatların hükmünü alır. [Bkz. el-Buhûtî, Keşfü’l-Qına] Avlanacağım diye insanların bağına-bahçesine zarar vermek caiz olmaz.
Neseî`nin (rh.) rivayet ettiği bir diğer hadîste de şöyle denilmektedir:
“Kim bir serçe öldürür de hakkını vermezse, kıyamet gününde ondan mes’ul olacaktır.
- Serçenin hakkı nedir yâ Rasûlâllah, diye sorulduğunda, buyurdular ki:
- Onu boğazlayıp yemesi ve sadece başını kesip atmamasıdır.” [Bkz. Nesâî, Sünen, Dehâyâ, 42; Darîmî, Sünen, Edâhî, 16]
Şu halde, yemek veya kendisinden faydalanmak niyeti olmadan sırf zevk için avlanmak İslâmda câiz görülmemiştir.
Kuş veya başka bir canlı, ne olursa olsun yemek-faydalanmak, karın doyurmak için avlanmalı… Zevkimiz için hiç bir canlıyı öldürmemeliyiz. Aksi halde günaha-vebâle girmiş oluruz.
Hocam ‘Avcının attığı da konuştuğu da saçmaydı.’ dizeleri kime ve hangi şairin şiiri acaba çok manidar smile ifade simgesi.. Davut Gazi Toklu – Facebook
*******
Selamün aleyküm.
Davut kardeşim;
Aslında, kailini sorduğun “avcı” şiirine, 31.12.2015 Perşembe akşamı (19:35 civarı), bahsettiğim, Tahiru’l-Mevlevi’nin Edebiyat Lugati’nde rastlamış idim. Ancak, sanırım meselenin ehemmiyetsizliği sebebiyle biraz nisyân, biraz da ihmâle uğramış. Kusura bakma.
Beyit, Telvîhat’tan (işaret ve tegayyür) ‘istihdâm’a (müteaddid manası olan bir lafzın her manasına münasip kelime îrâdı) misâl olarak zikredilmiş, ama kaili/şairi kaydedilmemiş. Muhtemelen müellif tarafından da bilinmiyor olabilir ya da bir başka yerde zikrettiği için tekrarına lüzum görmemiştir. Bu durumda bize düşen; eski edebî tabirle ya ‘Lâ edrî’ ya da yeni deyimle ‘Anonim’ diyebiliriz.
Gene o zaman da hatırlattığım gibi, şiirin/beyitin aslı, benim hatırımda kalan şekilde değil, biraz farklı olarak şöyle:
Canavar vurduğunu saçma ile söylerdi
Sözü de attığı da avcımızın saçma idi(Lâ edrî)
Beyitte saçma’nın her iki manasına münasebeti olan ‘söz’ ve ‘attığı’ kelimeleri îrâd edilerek istihdâm san’atı yapılmıştır.
İlgili yazının linki: http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2996-allah-bir-kavmin-hayrini-murad-ettiginde-onlara-misafir-hediyesi-gonderir.html