Selamün aleyküm hocam, yazılarını devamlı takip ediyorum. Büyük emek gösterdiğiniz için sizlere teşekkür ederim.
Size bir sorum olacak; bir akrabam bundan 10 sene önce tarafik kazası geçirdi, ağır yaralanma nedeniyle bir müddet hastanede yattı. Mahkeme yarı yarıya suçlu bulmuş iki tarafı da. Bizim akrabalar, aracıyla vuran kişiden davacı olmadı ve herhangibir maddi yönde talepte de bulunmadı, dava bu şekilde kapandı. Şimdi akrabamızın tanıdık avukat arkadaşları geçmişe dönük dava açabileceklerini aracıyla vuran kişiden tazminat alabileceklerini söylemişler. Akrabam da benden bu geçmiş zamanda alınmamış tazminatın şimdi alırsak dinen caiz olup olmadığını sordu. Ben de size sormak istedim. Geçmiş zamanda davacı olmayıp şimdi davacı olsa tazminat kazansa kazandığı paranın helal olup olmadığını soruyoruz hocam cevabınız için şimdiden teşekkür ederim.
Çalışmalarınız da kolaylıklar dilerim.
*******
Ve aleyküm selam.
Değerli kardeşim;
İfadeniz net olmamakla birlikte anlattığınızdan anlaşılan; trafik kazasına maruz kalan akrabanız, kazaya sebep olan kişiyle sarahaten değilse de bir nevi -zımnen- helalleşmiş. Hakkını helal etmiş. Bunu da nerden anlıyoruz; kazanın üzerinden onca yıl geçmesine rağmen bu güne kadar herhangi bir talepte bulunmamış. Ama 10 yıl sonra karşısına birileri çıkıp, “geçmişe dönük dava açabileceklerini, aracıyla vuran kişiden tazminat alabileceklerini” hatırlatınca, akrabanız da bunun dinen caiz olup olmadığını soruyor.
Hemen belirtmekte fayda var; kişi hakkını helal ettikten sonra geriye dönemez, ben o sözümden vazgeçtim, ‘helal etmiyorum’ diyemez. Dese de bir şey ifade etmez. Hukuki tabirle bu söz, ‘ke-en-lem-yükün’dür, yani hükümsüzdür. Binaenaleyh mevcut ve mer’î kanunlar muvacehesinde dava açıp tazminat kazansa bile, bu para onun için helal olmaz.
Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.” [İsrâ suresi, 34] “Ey iman edenler! Akitlerinizin (Sözleşme ve anlaşmalarınızın gereğini) yerine getirin…” [Mâide suresi, 1] “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir kusur ve kabahattır.” [Saff sûresi, 2-3]
Hâsılı; sözümüzden, anlaşmalarımızdan asla cayıp vaz geçmemeliyiz. Bu ahitlerin-akitlerin / anlaşmaların sözlü veya yazılı olması da hüküm bakımından bir şeyi değiştirmez. Verilen söze sahip çıkmak gerekir. Hatta muhatabın kimliği de önemli değildir. Gayrimüslim birileri de olabilir. Hiç fark etmez. Mü’min mutlaka ahdine / verdiği sözüne / yaptığı sözleşmesine riayet etmeli / uymalıdır. Müslümanın sözü senettir. Müslüman sözünden / ahdinden / vadinden asla caymaz, caymamalıdır!
İslâm tarihinden bazı örnekler
1- Hudeybiye Antlaşması’nda şöyle bir şart vardı:
‘Mekke’den Müslüman olup Medine’ye gelecek olanlar, Mekkelilerin geri istemesi durumunda iade edileceklerdi.’
Bu şart tam kaleme alındığı sırada Ebu Cendel (r.a.), ayaklarında zincirler olduğu halde Mekke’deki esaretten kaçıp geldi ve Rasûlullah’tan (s.a.v.) imdat istedi. Bütün Müslümanlar bu acıklı manzarayı görünce çok üzüldüler, Ebu Cendel'i geri vermek istemediler. Ama Rasûlullah (s.a.v.), tam bir kararlılıkla Ebu Cendel’e hitâben buyurdu ki:
“Ebu Cendel! Sabret, biz sözümüzden geri dönemeyiz. Allah Teâlâ en kısa zamanda sana bir yol gösterecektir.” [İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis no: 18150]
2- İslâm hukukunun canlı tatbikatı olan Asr-ı Saadet’ten bir başka örnek hadise de şöyle cereyan etmiştir:
Huzeyfetü’bni’l-Yemân (r.a.) anlatıyor: Bedir’de bulunmaktan beni meneden bir şey yoktu. Şu kadar var ki ben, babam Huseyl[1] ile beraber (yola) çıkmıştım. Derken Kureyş kâfirleri bizi yakaladılar ve;
- ‘Siz muhakkak Muhammed'in yanına gitmek istiyorsunuz!’ dediler. Biz,
- ‘Hayır, onun yanına gitmek istemiyoruz; biz ancak Medine'ye gitme niyetindeyiz’ dedik. Bunun üzerine bizden,
- ‘Mutlaka Medine'ye gideceğimize ve onlara karşı harp etmeyeceğimize’ dair Allah adına kesin söz aldılar. Sonra Rasûlüllah’a (s.a.v.) gelerek bu haberi kendisine anlattık. Bunun üzerine Rasûlüllah(s.a.v.),
- ‘Haydi gidin! Biz onlara verdiğimiz sözü tutacağız. Onları yenebilmek için ise Allah'tan yardım dileriz!’ buyurdular. [Müslim, Sahih, Cihad, 35]
Abdullah İbni Amr İbni Âs’dan (r.anhuma) rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Dört huy kimde bulunursa, o adam tam münafık olur. Bir kimsede bu huylardan biri bulunursa, o huydan vazgeçinceye kadar onda münafığın hasletlerinden (özelliklerinden) biri var demektir. O dört huya sahip olan kimse:
a) Kendisine bir şey emanet edilince hiyânet eder.
b) Konuşunca yalan söyler.
c) Bir antlaşma yapınca sözünde durmaz.
d) Düşmanlık yapınca da aşırı gider.” [Buhârî, Sahih, Îmân, 24, Mezâlim, 17, Cizye 17; Müslim, Sahih, Îmân, 106. Ayrıca bk. Tirmizî, Sünen, Îmân, 14; Nesâî, Sünen, Îmân, 20]
Efendimiz (s.a.v.) yine buyurmuşlardır ki: “Ahde vefa, sözünde durmak imandandır.” “Ahdine vefası olmayanın, imanı da olamaz.”
Rasûlullah (s.a.v.) bu hadislerinde, sözünde durmanın imanla irtibatına dikkat çekmiş, ahde uygun hareket etmeyi imandan saymış, ahde aykırı davranmayı ise münafıklık alametleri arasında göstermiştir. Zira sözünde durmamak, imanın özünde bulunan sadakat kavramı ile çelişmektedir.
Âlemlere rahmet Efendimiz (s.a.v.), kendi aleyhinde bile olsa verdiği sözleri ve yaptığı antlaşmaları asla ihlâl etmemiştir. Bu vak’alar bunun en bâriz örneklerindendir. Bugün onun ümmeti olan biz Müslümanlar da, kendi aleyhimize bile olsa verdiğimiz sözleri yerine getirmeli, asla caymamalıyız!
Benzer soru ve cevaplar için ayrıca bkz.
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2420-helallesme.html
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2100-tarlayi-icara-verme-ve-vaz-gecme.html
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2380-gayrimuslimlerin-giybetini-yapmak.html
Dipnot
[1] Bu zât Hz. Huzeyfe’nin (r.anhuma) babasıdır. “Yemân” ise ismi değil, lakabıdır. Uhud Harbi’nde Rasûlullah (s.a.v.) ile beraber bulunmuş ve yanlışlıkla Müslümanlar tarafından şehid edilmişti. Huzeyfe (r.a.) ise, Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) münafıklar hakkında kendisine bazı hususi sırlar verdiği “sırdaşı”dır.