Selamun Aleykum Hocam, Ebu Lehep'in azgın bir müşrik olduğunu ve adına sure indiğini biliyoruz. Ebu Leheb'i Ebu Lehep yapan ise kibri yüzünden islama girmemis olmasidir. Peki, akıllara şöyle bir soru geliyor; Ebu Lehep ya farkli bir zamanda ve mekanda dogmus olsaydi?(Bu Allahin takdiridir, bir sey diyemeyiz dersek, kader bağlaminda Ebu Lehep sucsuz olur. Çünkü onun oyle bir insan olmasina neden olan CEVRESİYDİ, ki psikolojide insan kisiligini sekillendiren faktorler arasinda en onemli olani cevredir. J. Watson der ki: Bana bir duzine cocuk verin onlari doktor, ogretmen, muhendis hatta hirsiz yapayim... Eger dersek ki O her durumda inkâr ederdi. O halde inkâr etme fitrati ona kabzolunmustur, yine kendisini sucluyamayiz) Suclu kim Hocam??
Soru: Hakkı tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Ve aleyküm selam.
Müslümanın aklına öyle saçma bir soru gelmez. Gelse gelse fırak-ı dâllenin, ehl-i bid’anın aklına gelir. Çünkü akaid ve kelâm ilminde şöyle meşhur ve mâruf bir kaide vardır:
“İlim mâluma tâbidir.”
Yani mâlum ilme tâbi değildir. Herkesin işi kendi ef’âl-i ihtiyarisine / hür olan irade-i cüz’iyesine bağlıdır. Binaenaleyh Allahu Teâla, olacağı da olmuş gibi bildiğinden, insanların ihtiyarî fiilleriyle alâkalı takdirlerini âdetullah plânında onların temâyül ve tercihlerine bağlamıştır. Bir başka ifadeyle; ilim vukûâta / olaylara tâbidir, yoksa vukûât ilme tâbi değildir.
Kader’i ve özellikle yukarda zikri geçen kaideyi daha iyi kavrayabilmek için, bu mevzuda kaleme alınmış bir makaleden nakillerle meseleyi biraz açalım.
“İlim, bir şeyin zihindeki şeklidir. Mâlum ise, o şeyin hariçteki gerçek halidir.
Mesela, bir elmayı ele alalım. Elmanın zihnimdeki şekli ilimdir, mâlum ise elmanın kendi şeklidir. Acaba, ben elmayı bu şekilde bildiğim için mi elma böyle; yoksa elma böyle olduğu için mi ben onu öyle biliyorum? Yani benim ilmim, mâlum olan elmanın şekline mi bağlı? Yoksa mâlum olan elma, ilim olan benim bilgime mi bağlı?
Biraz daha açarsak; eğer ben elmayı karpuz gibi bilseydim, elma karpuza dönüşür müydü? Elbetteki hayır. Çünkü mâlum olan elmanın şekli, ilmime bağlı değildir. Ben onu bu şekilde bildiğim için o bu şekle bürünmemiştir. Bilakis elma bu surette olduğu için ben onu böyle bilmekteyim. O halde ilim, yani elmanın zihnimdeki şekli, mâluma, yani elmanın gerçek haline tâbidir.
Bir başka misalle devam edelim...
Yüksek bir tepede oturduğunuzu farzediyoruz. Tepenin altında da kavisli bir tren yolu olsun. Siz tepenin tam üstünde olduğunuzdan, tren yolunun hem sağını, hem solunu, tamamını görebiliyorsunuz. Ve bir baktınız ki, aynı rayda karşılıklı ilerleyen iki tren var. Onların iki dakika sonra çarpışacaklarını gördüğünüzden, elinizdeki deftere “Bu iki tren iki dakika sonra çarpışacak.” diye yazdınız. Ve trenler iki dakika sonra çarpıştı.
Şimdi kazadan kurtulan makinistlere deseniz ki: “İşte bu benim defterim, ben sizin çarpışacağınızı, daha siz çarpışmadan önce bu deftere yazmıştım.”
Acaba makinistlerin size şöyle deme hakları var mıdır? “Biz senin yüzünden kaza yaptık. Eğer sen bizim kaza yapacağımızı yazmasaydın, biz çarpışmazdık, sen yazdığın için çarpıştık. Sen bu kazanın sebebisin.” Elbette diyemezler. Çünkü sizin yazınız yani ilim, onların çarpışacağına yani maluma tabidir.
Başka bir ifadeyle; siz, onların çarpışacağını ilminizle bildiğinizden dolayı bu yazıyı yazdınız, yoksa onlar, siz yazdığınız için çarpışmadılar. Siz yüksek bir yerde olduğunuz için, onların göremediklerini; aynı raydan ilerlediklerini gördünüz.
Hem sizin yazınız sadece bir tesbittir; zorlama ve kaza sebebi değildir. Eğer kaza, sizin yazınız yüzünden olsaydı, o halde şunun da olması gerekirdi: Siz, çarpışacak bu iki tren hakkında“çarpışmayacaklar” diye yazardınız, onlar da aynı raydan karşılıklı ilerlemelerine rağmen çarpışmazlardı. Eğer ilim maluma tabi olacağı yerde, malum ilme tabi olsaydı, dünyanın hiçbir yerinde kazalar olmazdı. Bir adam defterine, “bugün hiç kaza olmayacak” diye yazardı ve kazaları önlerdi. Hâlbuki bu asla olmaz.
Şimdi bu misali şöyle özetleyelim:
Siz kaza yapacaklarını yazdığınız için onlar kaza yapmadı, bilakis onlar kaza yapacakları için siz yazdınız. Yani ilminiz ve yazınız, mâluma, “onların yapacakları kazaya tâbidir.”
Sizin yazınızdan dolayı onlar mes’uliyetten kurtulamaz. Zira onlar, yaptıklarıyla bu yazının yazılmasına sebep olmuşlardır..." [http://www.kadereiman.com/ilim-maluma-tabidir] Yoksa siz yazdığınız için kaza yapmış değillerdir.
***
Bu ve benzeri saçmalıklar, İslâm’ın ilk yıllarından beri devam ettiği gibi bugün de sürmekte, zaman zaman temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp toplum önüne konulmaktadır. O bakımdan bu meseleler kader mevzuu ile birlikte sitemizde daha önce de pek çok kereler ele alınmış ve cevaplanmıştır. Ama hatırınız kalmasın diye, vaktimiz nisbetinde gene bir nebze de olsa ele almaya çalıştık.
Bununla beraber sizden ve okurlardan ricamız; mevzu hakkında geniş ve etraflı bilgi için, aşağıdaki linklere de mutlaka bakmanız ve dikkatlice okumanızdır.
http://www.halisece.com/islami-makaleler/318-imanin-altinci-sarti-kadere-inanmak.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1173-imam-i-mubin-ve-kitab-i-mubin.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1267-iman-kufur-ve-munafiklik.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2057-rahmet-hidayet-dalalet.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2338-ecel-ve-kader.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2688-kaza-kader-intihar-etmek.html
***
İnsanoğlu ve imtihan
Evet, çevre faktörü de, diğer tüm unsurlar da hepsi insanoğlunu imtihan içindir. Zira bu dünya bir imtihan salonudur. Her gelen mutlaka buna tâbidir, bundan kurtuluş / kaçamak yoktur. Bu hususta gelen ayet-i kerime gayet açıktır:
“O (Allah) ki, sizi imtihana çekip hanginizin daha güzel amel (ve daha doğru hareket) edeceğini bildirmek için ölümü de, hayatı de takdîr edip yarattı. O, mutlak galiptir, çokça mağfiret edendir.” [Mülk suresi, 2]
Bütün mesele bu imtihanı kazanma veya kaybetmeye bağlıdır. Tabii ki her şey gibi bu da Allah’ın takdiri cümlesindendir. Onun takdirinin dışında zaten hiçbir şey yoktur, olamaz!
…Ve bu durumda Ebu Leheb ve şürekâsı niye suçsuz olsun ki?! Çünkü söz konusu imtihanı kaybetmişlerdir! Bu da kelâm-ı ilahi ile sabittir.
Elbette suçludur, çünkü kendisine-kendilerine hür / özgür bir irade verilmiştir. Fakat o, verilen bu iradeyi küfür yönünde kullanmıştır. Böyle olacağını, özgür iradesini dalâlet yönünde kullanacağını ise Mevlâmız tabii ki biliyordu. Bilmeyen zaten ilah olamaz! Allahu Teâla’nın bunu bilmesi ise, Ebu Leheb’i o yönde hareket etmeye zorlayan, icbar eden bir hüküm değildir. En başta da hatırlattığımız gibi, bilmek bilinene uygun olarak tezahür eder. Başka türlüsü zaten ceza ve mükâfat yönüyle âdil olmaz.
Binaenaleyh sizin, “Buna da bir sey diyemeyiz dersek, kader bağlaminda Ebu Lehep sucsuz olur. Çünkü onun oyle bir insan olmasina neden olan CEVRESİYDİ, ki psikolojide insan kisiligini sekillendiren faktorler arasinda en onemli olani cevredir” iddianız ve peşinden serdettiğiniz “J. Watson der ki: Bana bir duzine cocuk verin onlari doktor, ogretmen, muhendis hatta hirsiz yapayim...” deliliniz de, eskilerin, “Delîli iddiâsından bozuk”, “Özrü kabahatinden büyük” tabirlerinin tam mâsadakıdır. Bu sebeple bâtıldır, bozuktur, saçmadır, tutarsızdır, geçersizdir. Hiçbir aklî-mantıkî ve ilmî değeri yoktur. Çünkü dile getirdikleriniz, kader mevzuu ile alakalı değildir.
Evet, çevre de diğer faktörler gibi insanın şahsiyetini oluşturan-geliştiren unsurlardan biridir. Ama sadece biri… Başka faktörler de var elbette. Ayrıca o çevreyi seçmek, onların iyi ve kötü yönlerini tercih etmek de kişinin kendi elindedir, kendi iradesine bağlıdır. J. Watson’ın söyledikleri eğitim ve öğretimle ilgilidir, bu meseleyle, kader mevzuu ile uzaktan-yakından alakası yoktur. Kısacası kesbî haller, hasletler ve huylarla alakalıdır. Zaten tâlim ve terbiye de onun için vardır, önemi de bu yüzdendir. Yabanî meyvelerin ıslâhı, aşılanması, bakımı, gelişip yetiştirilmesi gibi… Sen aşılarsın da, aşı tutar veya tutmayabilir. O da ayrı bir mesele... Çalışıp çabalamak, gayret etmek senden, başırıyı, sonucu vermek ya da vermemek ise Mevlâ’dandır. O senin işin değil.
Biraz önce de belirttiğimiz gibi, çevrenin dışında da insanın kişiliğine tesir eden çok önemli faktörler / unsurlar mevcuttur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Cennet ehliyle Cehennem halkının muhaverelerinde / diyaloglarında bunu açıkça görüyoruz. Şöyle ki:
“Her nefis kazandığına karşılık bir rehindir (rehin edilmiş, teminat olarak tutulmuş, mevkuf ve mahpus kılınmıştır. Yani hesap günü her insan yapmış olduğu bütün kötü fiiller için rehin olarak tutulacaktır.)
Ancak amel defterleri sağından verilenler hâriç (onlar rehin kalmayacaklar. Zira) onlar Cennetler’dedirler, günahkârların durumundan sorup dururlar...
- "Nedir sizi Seqar'a sokan?" diye.
Mücrimler / günahkârlar derler ki:
- "Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksula da yedirmezdik. Boş şeylere dalanlarla da dalar giderdik. [Çevreye, kötü arkadaşlara uyardık!] Ceza gününü (ahireti, hesabı-kitabı, mîzânı) de yalanlardık. Nihayet bize ölüm gelip çattı."
Artık onlara şefaatçilerin şefaatı da fayda vermez.
Şimdi o Kur'ân'dan yüz çevirirlerken ne mâzeretleri var?
Sanki onlar ürkmüş yaban eşekleri… Arslandan kaçmaktalar!” [Müddessir suresi, 38-51]
Evet, işte böyle…
İnsanoğlunda şahsiyetin tekvvünü-teşekkülü sadece çevreye de bağlı değil.
***
“Suçlu kim?”
“Eger dersek ki O her durumda inkâr ederdi. O halde inkâr etme fitrati ona kabzolunmustur, yine kendisini sucluyamayiz) Suclu kim Hocam??” cümlenize gelince…
Bu yanlış ve tutarsız ifadeleri de, eğitim tabiriyle ‘geriye ket vurma’ olarak değerlendirebiliriz. Çünkü bu durumda dönüp dolaşıp aynı noktaya gelmiş oluyoruz. Cevabı ise yine yukarıda zikrettiğimiz o kaidenin şumûlünde mevcut.
Bir defa fıtratta / aslî yaratılışta bir problem yok. Her doğan çocuk gibi Ebu Leheb de bidayette İslâm’ı kabule uygun bir hilkatta yaratılmış. Yani senin ifadenle söylemek gerekirse, “inkâr etme fitrati ona kabzolunmamış”tır. Fakat Cenab-ı Hak hiçbir mahlûku / yaratığı hidayet veya dalâlete (iman ve inkâra) mecbur etmediği gibi, onu da kendi hür iradesine bırakmış. O da iradesini küfür ve dalâlet yönünde kullanmış. Elbette suçlu kendisi, yani EBU LEHEB! Zira buyuruyor ki Mevlâmız:
“Eğer küfr ederseniz, şübhesiz, Allah sizden müstağnidir. Bununla beraber O, kullarının küfrüne râzî olmaz. Eğer şükr ederseniz sizin fâideniz için bundan hoşnut olur. Hiçbir günahkâr diğerinin günâhını çekmez. Nihayet hepinizin dönüp gidişi ancak Rabbinizedir. Artık neler yapmakta idiniz, O, size haber verir. Çünkü O, göğüslerin içinde olan her gizliyi bile hakkıyle bilendir.” [Zümer suresi, 7]
Yine tekrar edelim, Allah (c.c.) tabii ki onun böyle yapacağını biliyordu… Bilmemesi gibi abes bir durum ise zaten düşünülemez! Ve hiçbir zorlama olmaksızın iradesini / arzusunu küfür tarafında kullandığı için muhakkak ki suçlu odur, cezalandırılması da İlahî adaletin iktizasıdır. Zira iradesini iman ve salih amel cihetinde kullanmış olsaydı, o zaman da ceza değil mükâfat görecekti. Bu da Cenab-ı Hakk’ın adalet ve rahmetinin icabıdır, neticesidir.
***
“Doğmamış çocuğa don biçilmez”
Türkçemizde “Doğmamış çocuğa don biçilmez” diye bir söz vardır. Bunun gibi ihtimâller, hele hele farz-ı muhâller üzerine hüküm yürütülmez. Onun öyle olacağını, iradesini o yönde kullanacağını hiç şüphe yok ki biliyordu Mevlâmız.
Hâsılı; bu iddialar tam bir “Kaderiye” saçmalığıdır! Kaderiyeciler de diğer dâl ve mudıll fırkalar gibi sapkındırlar. Şerlerinden sakınmak, uzak durmak gerekir. Yoksa uhrevî yıkıma sebep olurlar!
Ehl-i Sünnet akaidiyle alakalı eserlerde bu meseleler, arîz ve amîq bir tarzda (enine-boyuna, her yönüyle) ele alınmış, en hurda teferruatına varıncaya kadar çürütülmüştür. Bize bunları soru diye yazıncaya kadar, site içindeki makale ve cevaplara bakabilir ya da kaynaklara müracaatla pekâlâ bilgi sahibi olabilirdin. Vakit geçmiş değil, bunu gene yapabilirsin.
Ancak bu gibi kelâmî mevzulara, hele ki kader sahasına fazla dalmamanı tavsiye ederim. Zira bu kader meselesi, Hz. Ali Efendimizin (r.a.) ifade ve ikazlarıyla, uçsuz bucaksız bir derya gibidir, dalan boğulur!