Halis ECE Hoca Efendi, 24 Kasım 2018 tarihinde vefât etmiştir. Karacaahmet Mezarlığı, 5.Ada kısmına defnedilmiştir. Cenâb-ı Hakk mekânını cennet eylesin. Geride kalanlarına da, sabr-ı cemîl ihsân eylesin.
Not: Siteye soru gönderme işlemi kaldırılmıştır. Arşiv niteliğindeki yazılarından ve soru-cevaplarından istifâde edilmesi temennîsiyle...
Öncelikle bütün üyelerin, okurların ve topyekün İslâm âleminin Velâdet kandilini tebrik eder, hayırlı inkişaflara vesile olmasını Cenab-ı Mevlâ'dan niyaz ederiz.
*******
RASÛLULLAH EFENDİMİZİN (S.A.V.) ANNESİ HZ. ÂMİNE VÂLİDEMİZDEN BEYİTLER
"Bâreke fîkellâhü min ğulâmin,
Ye’bne’llezî min havmeti’l-hamâmi:
Necâ bi avni’l-Meliki’l-Allâmi,
Fe vüddiye ğadâte’d-darbi bi’s-sihâmi;
Bi mietin min ibilin sivâmin,
İn sahha mâ ebsartü fi’l-menâmi,
Fe ente meb’ûsün ile’l-enâmi,
Tüb’asü fi’l-hilli ve fi’l-harami.
Tüb’asü fi’t-tahkîki ve’l-İslâmi,
Dîni Ebîke’l-berri İbrâhîmi,
Fallâhü enhâke ani’l-esnâmi,
Ellâ tüvâlîhâ maa’l-akvâmi...” (1)
Teberrüken Arapça aslını da -latin harflerle ve olabildiğince transkribe ederek- nakletmeye çalıştığımız bu beyitlerin meâli şöyle:
“Ey oklarla kur’a atıldığı sabah, dehşetli bir ölüm korkusu çekilirken, yüz deve yemin fidyesi karşılığında kurtulan Abdullah’ın oğlu! Büyük bir güvercin müjdesinin mahsûlü hayatı olan yavrum!
Eğer gördüğüm rüyâ tâbir ettiğim gibi çıkarsa; sen insanlara ve cinlere, helâl ve haramı beyan için peygamber olarak gönderileceksin.
"Büyük baban Hz. İbrahim’in dini olan İslâm’ı tahkik ve tasdik için peygamber olacaksın.
Hz. Allah seni, kavimlerle birlikte devam edip gelen putlara tapmaktan nehyetti.”
Hz. Âmine vâlidemiz, bu beyitleri terennüm ettikten sonra şunları söyledi:
“Her canlı ölür, her yeni eskir, her çok azalır ve yaşlanan herkes yok olur. Şüphesiz ben de öleceğim. Fakat nâmım ebedî olarak anılacak. Zira temiz bir oğul dünyaya getirdim.” (2)
Bu güzel sözlerin ardından da mübârek rûhunu teslim etti.
***
PEYGAMBERİMİZİN (S.A.V.) BABASI HZ. ABDULLAH
Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) babası Hz. Abdullah Kureyş'in önde gelen delikanlılarındandı…
Güzel yüzlü, iki gözü arasında peygamberlik nurunu taşıyordu...
Mekke’nin bütün genç kızları onunla evlenmek için can atarlardı…
Babasına o kadar itaatliydi ki; onun sözünden çıkmaz, izinden hiç ayrılmazdı. Hatta bir defasında babası Abdulmuttalip Allâh Teâlâ’ya dua etmiş; "Allâh’ım, eğer bana on erkek evlat verirsen, onlardan birini senin için kurban edeceğim" demişti…
On erkek evladı olunca da, Allâh’a verdiği bu sözü tutmak için, oğlu Abdullah’ı kurban etmek istemiştir. Oğlu Abdullah ise babasına hiç itiraz etmemiş, isteğine aynen boyun eğmiştir.
Etraftan yapılan tenkitler/eleştiriler üzerine Cahiliye dönemi âdeti olarak oklarla kura çekilmiş ve neticede oğlunu kurban etmekten vazgeçmiş, onun yerine 100 adet deve kurban etmiştir… (Hadisenin teferruatı siyerlerde mevcuttur)
Hz. Abdullah Hz. Âmine ile evlendikten kısa bir müddet sonra gittiği ticaret kervanıyla Mekke’ye dönerken yolda hastalandı! Medine'de dayısı Benî Adiy b. Neccâr’ın yanında bir ay hasta olarak kaldıktan sonra vefat etti!.. Hz. Abdullah vefat ettiğinde Peygamberimiz (s.a.v.) henüz anne karnında altı aylıktı…
***
O GECE MEYDANA GELEN HÂRİKULÂDELİKLER
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Fil vakasından 52 gün sonra, Rebiullevvel ayının on ikinci Pazartesi günü, tan yeri ağarırken, Mekke'de dünyaya geldi…
Doğduğunda fevkalâde hadiseler meydana geldi...
Bunlardan bazılarını söyle sıralayabiliriz:
Efendimiz (s.a.v.), anadan sünnetli ve göbeği kesik olarak doğdu…
Doğum esnasında, çocukların yere düştükleri gibi düşmeyip, ellerini yere dayamış başını semaya kaldırmış vaziyetteydi…
Velâdetinde bir yıldız doğmuş ve bilginler, bu yıldızın doğduğu gece, Ahmed doğmuştur, dediler. Birçok Yahudi âlimi Tevrat’tan edindikleri bilgilerle Peygamberimizin bu gecede doğduğunu yakınlarına-etraflarına bildirmişlerdir…
Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) doğduğu gece, İran Kisrası’nın sarayından on dört şerefe birden yıkıldı…
İranlıların, bin yıldan beri hiç sönmeden yanan Ateşgedeleri (Mecusilerin/ateşe tapanların ibadet ettikleri mabetlerindeki ateşleri) sönüverdi... Save Gölü’nün mukaddes sayılan suyu çekildi, âdeta buharlaşıp kurudu… Semavi Vadisi sel suları altında kaldı... İran Şahı, Arapların, ülkesini istila edeceğini rüyasında gördü ve telaşa kapıldı...
Topyekün insanlık âlemi, küfrün ve zulmün bu karanlık döneminde; kötülükleri iyiliğe, fitneyi-fesadı sulha-sükûna çevirecek, insanların ruhlarında filizlenen şer tohumlarını söküp atarak yerine iyilik-güzellik, fazilet ve Allah korkusu yerleştirecek bir kurtarıcıyı bekliyordu…
Nihayet beklenen gün geldi, o nûr indi yeryüzüne...
Bütün mahlûkatın varlık sebebi O’ydu zaten...
Nebîler silsilesinin son halkasıydı…
Cismâni ve ruhâni âlemin, dünya ve ahiretin Efendisi… İns ve cinin Peygamberi… Enbiyânın İmâmı… Âlemlere rahmet Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz dünyamızı şereflendirdi. Onun bu teşrifiyle kâinattaki bütün varlıklar sevince-sürûra-feraha gark oldu… Ona arz-ı hürmette bulundu…
Bu durumu Süleyman Çelebi (r.aleyh), o sehl-i mümteni’ üslûbiyle kaleme aldığı meşhur eseri Mevlid’inde şu enfes mısralarla dile getirir:
Cümle zerrât-ı cihan idüp nidâ
Çağrişû ben dîdiler kim merhabâ
Merhabâ ey âl-i sultân merhabâ
Merhabâ ey kân-i irfân rnerhabâ
Merhabâ ey sırr-ı furkân merhabâ;
Merhabâ ey derde dermân merhabâ,
Merhabâ ey Rahmeten li’l-âlemîn,
Merhaba sensin şefîu'l-müznibîn...
***
ONUN DOĞMUYLA HER ŞEYİN AKIŞI-NAKIŞI DEĞİŞTİ
Rasûl-i zî-şân Efendimizin (s.a.v.) doğumuyla bu âlem, Allah'ın rahmet ve bereketine gark oldu... Feyz-i Muhammedî inci-mercan taneleri gibi kâinata serpildi... Karanlıklar aydınlandı, zulmetler nûra kavuştu… Hisler engin, fikirler rengin oldu… Sözler tesirlendi, sohbetler lezzetlendi... Nura hasret kalan kalplere huzur geldi. Âlem ayrı bir mânâ, apayrı bir letafet–rikkat, nezafet ve nezaket kazandı… Her şeyin akışı-nakışı değişti...
Güller bambaşka açmaya, bülbüller daha bir coşkuyla ötüşmeye başladı... Zulüm ve küfür bataklıkları kurudu, yerlerinden iman ve adalet filizleri yeşermeye başladı…
Ne saadet kalbini-letaifini O’nun nûruna açanlara. Ne mutlu O’na layık ümmet olmaya gayret edip, O’nun sünneti üzere yürümeye çalışanlara... Ne talih O’nun gerçek varislerinin yürüdüğü dosdoğru ve şaşmaz yol olan Ehl-i Sünnet caddesini takip eden bahtiyarlara...
***
SALÂT VE SELÂM ONA, ONUN ÂL VE ASHABINA
"Muhakkak ki Allah ve melekleri, Peygambere çok salât ederler. Ey iman edenler, siz de O'na salât edin, tam bir teslimiyetle de selam verin." (3)
Âyet-i kerimede geçen “yüsallûne (salât ederler)” kelimesi fiil-i muzâridir. Arap lisanında muzâri sîgası teceddüdü, istimrârı ifade eder. Yani bir şeyin devam üzere yenilendiğini bildirir. Ayrıca âyette söze, isim cümlesi ile başlanmıştır. Bu da te’kit (sağlamlaştırma) ifade eder. Yine daha fazla te’kit için, te’kit edatı olan “inne” getirilmiştir. Bütün bunlar göstermektedir ki, Allah Teala Rasûlü’ne salât eylemeğe devam buyurmaktadır. Sonra mü’min kullarına da minnette yani lûtuf-bağışta bulunarak, onlara da salavâtı emretmiştir ki; böylece, daha fazla fazilet ve şeref kazansınlar. Yoksa Rasûlüllah (s.a.v.) Allah Teala’nın salâtı ile, onların salavâtından müstağnidir. (4) Bir başka ifadeyle; mü’minlerin okudukları o salât ve selâmlara asıl muhtaç olan Allâh’ın Rasûlü değil, onların kendileridir.
Pek çoğumuzun bildiği üzere “salât” kelime olarak duâ, tebrik, tezkiye, temcid, tazim (kutlama-yüceltme-ululama) mânâlarınadır. Müfret (tekil) olan salât'ın cem’îsi (çoğulu), salavât gelir. Türkçemizde daha çok Sevgili Peygamberimize (s.a.v.) yapılan duâ mânâsında kullanılır.
Cenab-ı Hakk’ın ve Peygamberinin Müslümanlar hakkındaki salâtı, onları tezkiye (temize çıkarma, kusurlardan aklama) ve ilahi rahmete mazhar buyurmaktır. Meleklerin salâtı dua ve istiğfardır, insanlarınki de öyledir. Namaza salât denmesi de, aslının dua olmasındandır. (Müfredât-ı Râğıb, salât maddesi)
Binaenaleyh Allah’tan salât rahmet, meleklerden salât istiğfar, mü’minlerden salât ise hayır-duadır. (Ta’rifat, Seyyid Şerif Cürcâni r.aleyh)
İbn Hacer’e (rh.) göre, Allah’tan Peygamberine salâtın mânâsı, rahmetinin ziyadeliği-çokluğudur. Başkalarına salâtı ise rahmet ve tezkiyedir.
Mücahid’e (rh.) göre, Allah’tan salât tevfik ve ismet (Allah’ın kulu başarıya ulaştırması ve haramlardan-kötülüklerden koruması), meleklerden avn ve nusret (zafer ve galibiyet için ilahi yardım), ümmetten ittiba’ (tâbi olma, uyma)dır.
Bazıları da Rabb’in Peygamberine salâtı, onun şan ve şerefini yükseltmesi-yüceltmesi-ululaması, meleklerin salâtı onun saygıya-hürmete layık olduğunu göstermeleri, ümmetin salâtı da onun şefaatini istemeleridir, demişlerdir. (Külliyâtu Ebi’l-Beka)
Meleklerden salâtın mânâsı, atf yani esirgemedir. Cenab-ı Hakk’a nisbet edilince, ya kullarını melekleri nezdinde senâ etmesi-övmesi demek olur ki, bu, Allah Teâlâ’nın Peygamberlerine salâtının tefsirine daha uygundur, yahut da rahmetinin kemâli mânâsınadır. Cenab-ı Hak’tan başkasına nisbet edildiğinde salâtın mânâsı, hayır ile duadır. (Seyyid Murtaza ez-Zebîdi)
Peygambere salât, onun şerefini açığa vurmak, göstermek, belirtmek ve şânının büyüklüğüne-ağırlığına, yüceliğine-ululuğuna itina ve ihtimam göstermek, dikkat etmektir. (Beyzâvi)
Hz Ali’den (k.v.) şöyle rivayet olunmuştur: “Âyetin evvelindeki ‘yâ eyyühâ’nin ‘yâ’sı nefse, ‘eyyü’sü kalbe, ‘hâ’sı ruha hitaptır. Sanki Cenab-ı Hak, ‘Habibime salât ederken onun şânını yalnız dilinizle değil, nefislerinizle-kalplerinizle-ruhunuzla da tazim ve tekrim edin (yüceltin, hürmette-saygıda kusur etmeyin)’ buyurmuştur. (Mişkâtü’l-Envâr)
“Allâhümme salli alâ Muhammed” demek, ‘Allâh’ım! Muhammed’in zikrini i’la (anılmasını yükselterek-yücelterek), davetini galip ve şeriatini daim kılmak suretiyle onu dünyada da ahirette de tekrim ve tazim buyur (şânını yükselt ve yücelt). Onu, ümmeti hakkında şefaatçi kıl. Ecrini, derecesini kat kat artır, demektir.’ (Ramazan Efendi, alâ Şerhi’l-Akaid)
Halîmi (rh.) diyor ki: “Salâttan murad Allâh’ın emrine imtisal ve Rasûlü’nün (s.a.v.) bizim üzerimizdeki hakkını edaya çalışıp gayret etmek suretiyle Cenab-ı Hakk’a yaklaşmaktır.”
Abdüsselâm (rh.) da şöyle demiştir: “Bizim Peygamberimize (s.a.v.) salât etmemiz bizden ona, -hâşâ- bir şefaat değildir. Çünkü bizim gibiler öyle bir zât-ı kerime (kerem ve asâlet sahibi, büyük, şerefli, aziz, muhterem bir zata) asla şefaat edemezler. Fakat Cenab-ı Hak, bize, in’am ve ihsan edene iyilikle mukabele etmemizi (karşılık vermemizi) emir buyurduğu ve Rasûl-i Ekrem Efendimize (s.a.v.) edilen salât ve duayı, aczimize nazaran ve lûtfen kâfi gördüğü içindir ki, bu vazifemizi ifaya son derece gayret göstermeliyiz.”
Ebu’l-Âliye (rh.), “Cenab-ı Hakk’ın Habibine salâtı, onu melekleri nezdinde senâ buyurması/övmesi, meleklerin ona salâtı da kendisine dua etmeleridir” demiştir.
Kadı Ebu Bekir b. Bükeyr hazretleri dedi ki: “Bu ayet Peygamberimize (s.a.v.) nazil olunca, ashabına, kendisine selâm vermelerini emretti. Onlardan sonra gelenler de, gerek Peygamberin (s.a.v.) kabrini ziyarette, gerek ism-i âlileri anıldığı zaman ona selâm vermekle emrolunmuşlardır. Bu selamın mânâsında üç şık vardır:
a) Her türlü noksanlıklardan ve afetlerden selamet sana ve beraberinde bulunanlara olsun. Bu suretle “selâm” masdar olur.
b) Selâm (isminin asıl sahibi olan zât) seni koruyup muhafaza etmekte, ikram ve inayette daim, kaim ve kefil olsun. Bu suretle selâm, Allah Teâlâ’nın Esmâ-i Hüsnâsı’ndan olur ki, ‘selamet veren zât-ı ecell ve a’lâ’ demek olur. Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin içinde bundan başka masdar yoktur.
c) Selâm, Rasûl-i Mükerreme (s.a.v.) teslim olma ve ona boyun eğme mânâsınadır ki, ‘teslîm’ de budur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: “Öyle değil; Rabbine andolsun ki, onlar aralarında kimi oraya kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (5)
İmam Râğıb hazretleri der ki: “Selâm ve selâmet”, dış ve iç afetlerinden kurtulmuş olmaktır. Allah Teâlâ’ya “Selâm” denilmesi, kendisine layık olmayan şeylerden sâlim ve münezzeh (sağlam, ayıpsız-kusursuz, her türlü noksanlıktan berî-uzak, temiz ve arınmış) bulunmasındandır.
Sevgili Peygamberimize (s.a.v.), zaman ve mahal ile tahdit edilmeksizin icmâlen (vakit ve mekân ile sınırlanmaksızın kısaca) salât etmek farzdır. Çünkü Cenab-ı Hak ona salât etmemizi emretmiştir. Selef imamları ve tefsir alimleri bu emri vücuba hamlediyorlar ve bunda icma’-ittifak vardır.
Âlimlerin çoğunluğuna göre, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) adı her anıldığında salât getirilmesi gerekir. Nitekim hadis ilmiyle meşgul olanlar, Rasûlüllah Efendimizin (s.a.v.) hadislerini rivayet ederken, sözleriyle, halleriyle en büyük saygıyı göstermişler; öğretimi sırasında da Peygamberimizin (s.a.v.) adı ne kadar çok anılırsa anılsın, her anıldığında, "Sallallahü aleyhi ve sellem" diyerek hürmetlerini göstermişlerdir. (6)
Kadı Ebu Bekir b. Bükeyr (rh.) diyor ki: “Allah Teâlâ bütün halkına Peygamberi üzerine salât etmelerini ve teslimiyetle selâm getirmelerini farz kılmış ve bu farzın ifasını muayyen bir vakte hasretmemiştir (belli bir zamanla sınırlandırmamıştır). Binaenaleyh kişinin ona salât ve selâmı çok yapması, bunu terk etmemesi vaciptir.”
İmam Malik (rh.) ve arkadaşları ile birçok ilim ehline göre, Peygamber Efendimize (s.a.v.) tam bir samimiyet ve iman ile vakit ve miktar da tayin edilmeksizin ve namaza münhasır olmaksızın (sınırlamaksızın) salât etmek farzdır. Kim ömründe bu şekilde velev ki bir kerre olsun salât ederse, uhdesinden/üzerinden farz sakıt olur/düşer.
İmam Şâfiî’nin (rh.) ashabına/arkadaşlarına göre ise, Cenab-ı Hakk’ın ve Rasûlü’nün emir ve farz ettiği salât, namazdaki teşehhüt’ten sonra okunan salâttır…
Bu mevzuda söylenecek daha pekçok söz varsa da, biz uzatmamak ve hükmü mü’min okurların temiz vicdanlarına bırakmak üzere, salavât-ı şerife hakkında vârit olan birçok ehâdis-i şerifeden belli bir kısmının meallerini teberrüken ve Rasûl-i Muazzam’dan (s.a.v.) şefaat dileyerek aşağıda arz ediyoruz.
***
SALÂT VE SELÂMA DAİR BAZI HADİSLER
1. “Dua eden kimse Peygambere (s.a.v.) ve âline salât okumadıkça duası perdelidir (Dergâh-ı icabete vasıl olmaz, hedefine ulaşamaz).” (7)
2. “Sizden biriniz Allah’tan bir dilekte bulunmak istediği zaman evvela Ona, şânına lâyık tarzda hamd ü senâ etsin. Sonra Peygambere (s.a.v.) salavât getirsin. Çünkü bu (şekilde yapılan dua) maksuda kavuşmaya (gayeye ulaşmaya) daha elverişlidir.” (8)
Delâil-i Hayrât’ın birinci faslında bildirildiğine göre, Ebu Süleyman Dârâni (k.s.) demiştir ki: “Her kim Allâh’tan bir hacet isteyecekse Resulüllâh Efendimize (s.a.v.) çok salavât getirsin sonra Allâh’tan hacetini dilesin ve duasını yine salevât ile bitirsin; zira Allâh Teala her salevâtı kabul eder, aralarındaki duayı bırakmayı keremine yakıştıramaz”. Fâsi (rh.) de Delâil-i Hayrât’ı şerh ederken şunları söylemiştir: “Bazı alimlere göre Ebu Süleyman’ın sözü şöyle tamamlanır: Amellerin hepsinde kabul edileni ve edilmeyeni vardır, bundan yalnız salavât müstesnadır. Çünkü o makbuldür reddedilmez." (9)
3. “Beni (sefer için hayvana ve saireye) binen adamın su kabına benzetmeyin. Zira (binitine) binecek kimse (evvela) kabını doldurur. Sonra onu (yanına) koyar. Yükünü de kaldırıp sarar, su içeceği zaman o kaptan içer. Yahut abdest alacağı zaman abdestini alır ve illâ (buna ihtiyacı kalmazsa) onu döker. Fakat (siz böyle yapmayın, bana salâtı terk etmeyin); beni duanın evvelinde de, ortasında da, sonunda da anın.” (10)