Halis ECE Hoca Efendi, 24 Kasım 2018 tarihinde vefât etmiştir. Karacaahmet Mezarlığı, 5.Ada kısmına defnedilmiştir. Cenâb-ı Hakk mekânını cennet eylesin. Geride kalanlarına da, sabr-ı cemîl ihsân eylesin.
Not: Siteye soru gönderme işlemi kaldırılmıştır. Arşiv niteliğindeki yazılarından ve soru-cevaplarından istifâde edilmesi temennîsiyle...
Halis ECE
KIYAMETİN BÜYÜK ALAMETLERİNDEN
Dâbbe, Arapça bir isimdir, yük ve binek hayvanı demektir. İslâm akaidinde/inancında, kıyametin büyük alametlerinden kabul edilen “Dâbbe”ye, yer hayvanı anlamında “Dâbbetü’l-arz” da denildiğini hadis-i şeriflerde görmekteyiz.
Debb ve debîb; hafif yürüme ve debelenme demektir. Hayvanlar ve çoğunlukla haşereler için kullanılır. İçkinin bedene yayılması ve bir çürüklüğün etrafına sirayeti gibi hareketi gözle görülmeyen şeyler için de kullanılır. Dâbbe de debelenen, hareket eden demektir. Şu halde tren, otomobil, bisiklet vb. şeylere lügate göre dâbbe denebilirse de ıstılahta daha çok hayvanlar için kullanılır.
"Allah bütün canlıları (her dâbbeyi) sudan yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah şüphesiz her şeye kaadirdir." (1) âyetinden anlaşılacağı üzere her hayvana dâbbe denir.
"Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her dâbbenin) rızkı ancak Allah'a aittir." (2) âyetinden de anlaşılan budur.
"Dâbbetü'l-Arz" da; kıyametin kopmasına yakın, ortaya çıkacağı bildirilen ve kıyametin büyük alâmetlerinden olan bir yaratıktır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Söylenmiş olan (tehdit edildikleri şey) başlarına geldiği zaman onlara, yerden bir dâbbe çıkarırız da, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler." (3) buyrulmaktadır.
Bu âyetten anlaşılan, dâbbenin bir hayvan-ı nâtık yâni konuşan bir canlı olduğudur. (4)
Râğıbü'l-Isfahânî, yukarıdaki âyete dayanarak şöyle demektedir: "Dâbbe, tanıdığımız hayvanlara benzemeyen bir hayvandır. Ortaya çıkması kıyamete yakın bir dönemde olacaktır. Bir de denildi ki: Bununla, cahiliyede hayvan mertebesinde olan kötü insanlar kastedilmiştir.” (5)
Müfessirler yukarıdaki âyete (6) dayanarak "Dâbbetü'l-Arz"ın kıyamete yakın bir zamanda ortaya çıkacağını söylerler. İbn Ömer'e (r.anhüma) göre, "dâbbe"nin çıkması hadisesi, dünyada iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran hiçbir fert kalmadığı zaman vuku bulacaktır.” İbn Merdûye'nin Ebu Saîd el-Hudrî'den (r.a.) rivayet ettiği bir hadîse göre, aynı şeyi bizzat Peygamber Efendimizin (s.a.v.) kendisinden Ebu Saîd (r.a.) de duymuştur. Bu da, insanın başkalarını iyilik yapmaya teşvik ve kötülükten sakındırma (emr bi'l-ma'rûf, mehy, ani'l-münker) vazifesini terk ettiği zaman Allah'ın, kıyametin hemen öncesinde son ihtar vazifesini görmek üzere bir "dâbbe" meydana çıkaracağını gösterir. Bununla birlikte onun tek bir hayvan mı, yoksa bütün yeryüzünü istilâ edecek bir hayvan türü mü olduğu açık değildir. (7)
Akaid kitaplarına, kıyametin alâmetlerinden biri olarak geçmiş olan "Dâbbetü'l-Arz" (8) hakkında Resûlüllah’tan (s.a.v.) şöyle rivayet edilir:
"İlk çıkacak Kıyâmet alameti, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine ‘dâbbe’nin çıkmasıdır. Bu alametlerden hangisi önce belirirse, ötekisi onu kısa zamanda takip edecektir." (9)
"Üç şey vardır ki bunlar çıktığı zaman, daha önceden iman etmeyen hiçbir kimseye (o günkü) imanı fayda vermez:
1. Güneşin batıdan doğması,
2. Deccâl,
3. Dâbbetü'l-Arz. (10)
"Dâbbe, yanında Hz. Musa’nın (a.s.) asâsı ve Hz. Süleyman’ın (a.s.) mührü olduğu halde çıkacaktır. Mü'minin yüzünü asâ ile parlatacak, kâfirin burnunu da mühürle damgalayacak. İşte o dönemde yaşayan insanlar bir araya gelecekler ve mü'minle kâfir belli olacaktır." (11)
Bu mevzudaki rivayetler pek çoktur; ancak hiçbiri mütevâtir olmadığından, Kıyâmet gibi tamamen gaybî olan bir meselede delil olamazlar. Bunun için, "Dâbbetü'l-Arz"la ilgili teferruâtı bir yana bırakıp, Cenâb-ı Allah'ın bizi bununla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim'de bildirdikleriyle yetinmemiz, işin iç yüzünü ve mahiyetini O'na havale edip dabbetü'l-arz'ın kıyamete yakın zuhur edeceğine iman etmek en doğru yoldur. Bununla birlikte: "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. O'ndan başkası onları bilemez... " (12)
“DÂBBETÜ’L-ARZ VE AIDS VİRÜSÜ” (13)
Öncelikle belirtmeliyiz ki araştırma; takdire şayan bir gayret ve çalışmanın neticesidir.
Araştırmada evvela bu virüsle ilgili yerli-yabancı basına intikal etmiş bilgi-belge ve vak’alar, yayın organlarının kupürlerinin fotokopileriyle veriliyor… Ardından bu virüsün tarifi/tanımı, kaynağı, gelişme ve yayılma hızı ve saire genişçe anlatılıyor… Sonra da çalışmanın asıl gayesi olan; AIDS’in Kıyâmet alametlerinden dâbbetü’l-arz olabileceğinin te’vil ve teşbihlerle isbatına geçiliyor. Bu virüsü taşıdığı iddia edilen maymunun şekli-şemaili, çıkış yeri ve zamanı, ayrıca hastalığın insan vücudundaki tesiri cihetinden, -Kur’ân-ı Kerim ve hedis-i şeriflerde geçen- dâbbetü’l-arz’ın sıfatları ile tam bir tevafuk gösterdiği iddiasına yer veriliyor.
Araştırmadaki söz konusu te’vil ve teşbihlerdeki tevafuklara gelince…
Bilindiği gibi te’vil ve teşbihlerde, hakiki mana ile mecazi mana arasında bulunması gereken kuvvetli alakalar vardır. Halbuki dâbbetü’l-arz hakkındaki hadislerde/haberlerde dâbbe ile alakalı olarak zikredilen şekil, sıfat, çıkış yeri vs. hususulara yapılan te’vil ve teşbihlerde bu alakalar zayıftır. Mesela dâbbetü’l-arz’ın sıfatları arasında yer alan “Başı bulutlara değer” ifadesinin, bu virüsü taşıyan kişinin uçakta seyahat etmesine delaleti ile te’vili, mücerret bir ihtimaldir.
Ve yine “Peşine düşenin onu yakalayamaması” sıfatının, hastalığın tedavi edilemeyeceği, bu virüsün yakalanıp tesirsiz hale getirilemeyeceği, korunmak için alınan tedbirlerin fayda vermeyeceği… gibi açıklamalarla te’vili de mücerret bir iddiadır. Çünkü bu hastalığın bugün için tedavisinin mümkün olamaması, gelecekte de imkansız olacağını icap ettirmez. Nitekim bir zamanlar veremin de tedavisi mümkün değildi… ve bu sebeple İstanbul’da Sümbül Hoca nam bir zat, ‘verem mikrobunun dâbetü’l-arz olduğuna dair bir risâle yazmış… Fakat bilindiği gibi daha sonraki yıllarda hem aşısı bulunuyor, hem de tedavisi mümkün hale geliyor.
Kısacası her zorluğun bir kolaylığı, her yokuşun bir inişi olduğu gibi, yaşlılıktan başka her derdin de bir devası vardır. Rabbimiz (c.c.), şifası olmayan hiçbir hastalık vermemiştir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz bu hususu şöyle dile getirmişlerdir: “Allah Teala, şifası olmayan hiçbir hastalık yaratmamıştır.”(14) “Ey Allah’ın kulları tedavi olunuz! Zira Allah (c.c.), ihtiyarlıktan başka dermansız bir hastalık vermemiştir.” (15) Bir başka rivayette de, “İhtiyarlık hariç her hastalığın bir çaresi ve ilacı vardır.”(16) buyurulmuştur. Bu sebepledir ki, mensubu bulunduğumuz yüce dinimiz İslâm, insan sağlığına büyük önem vermiştir. Kur’an-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde hayatın ve sağlığın insanoğluna Rabbi tarafından verilmiş en büyük emanet ve nimet olduğu belirtilerek bunların korunması emredilmiştir.
Ayrıca bu dâbenin evsafı hakkında varid olan haberlerde, zahirde ihtilaflar vardır. Mesela dâbbenin çıkış yeri ile alakalı olarak sekiz ayrı yer zikredilmektedir. Dolayısıyla yapılan te’vil ve teşbihler, bu değişik haberlerden birine uygun düşse bile, diğerlerine uymaz. Bu itibarla, ortaya konulan te’villerin kat’iyet ifade ettiğini söylemek caiz olmayacağı gibi, müdellel bir ihtimal olduğunu iddia etmek de mümkün değildir.
Hasılı, AIDS’in dâbbetü’ll-arz olarak te’vili, mücerret bir ihtimalden öte gidememektedir. Araştırmacılar da zaten, her te’villeri için “Allah Teala daha iyi bilir” demeyi ihmal etmeyip isabetli bir yol takip etmişlerdir.
Ancak ifade ve izahlardaki basit hatalarla beraber, ileri sürülen ihtimaller ve te’villerin bir kısmı, -zayıf da olsa- hakiki mana ile alakaları sebebiyle, reddedilmekten ziyade reddedilmemeye layıktırlarlar. Meselâ; İmam Şa’rânî (k.s.) hazretlerinin, “İnne hâzihi’d-dâbbeti tahrucu min ecnâdin…” (Şüphesiz bu dâbbe askerlerden çıkar) sözlerine, “1960’larda Birleşmiş Millerler Zâire’ye koruyucu kuvvet gönderdiklerinde, bu virüsü kapan askerler, kendi ülkelerine bu hastalığı taşımışlardır” (GÜNEŞ) haberinin muvafakati gibi…
Araştırmada dikkatimizi çeken diğer bazı noktalar…
1. 16’ncı sayfada, Lûtîleri zemmeden ayetlerin 3-4 yerde olduğundan ve bunların da, 80 rakamlı ayetlerde bulunması ve bu rakamların başına mü’minlere rahmet, kafirlere de fitne olan 19 rakamı ilave edildiği zaman, 1980’li yıllara işaret ediyor olmasının, şayan-ı dikkat bir tevafuk olduğundan bahsolunmaktadır.
Halbuki Kur’ân-ı Kerim’de Lûtîleri zemmeden ayet-i kerimeler, hem bahsedildiği gibi 3-4 yerde değil, hem de birkaç tanesi hariç diğerleri 80’li olmayan ayetlerdir. Tesbit edebildiğimiz kadarıyla Lûtîler A’raf sûresinin 80, 81, 82; Hûd sûresinin 77’nci ve müteakıp ayetlerinde; Hıcr sûresinin 58’inci ve müteakıp ayetlerinde; Enbiyâ sûresinin 74’üncü ayetinde; Şuarâ sûresinin 165 ve müteakıp ayetlerinde; Neml sûresinin 54’üncü ve müteakıp ayetlerinde; Ankebût sûresinin 29’uncu ve müteakıp ayetlerinde; Sâffât sûresinin 134’üncü ve müteakıp ayetlerinde; Zâriyat sûresinin 31’inci ve müteakıp ayetlerinde zemmedilmektedir.
Ayrıca 19 rakamının ne şekilde mü’minlere rahmet, kafirlere fitne olduğu ve neye istinaden ayet numaralarının başına getirildiği belirtilmemiş. Bir de bu 19 rakamı, mevzu ile alakalı 80’li olmayan ayetlerin başına getirilecek olursa; 16165, 19134 gibi çok değişik rakamlar ortaya çıkmaktadır. Görüldüğü üzre, zorlama yoluyla tevafuklar aranmaktadır.
2. Sayfa 17’de, “… Fecr-i sadık zamanı yani güneş doğmazdan az öncedir.” deniliyor. Malum olduğu üzre fecr-i sadık, imsak vaktidir.
3. Yine sayfa 17’de, “Hûd sûresinin 80’inci ayet-i kerimesinin makamı ebcedi, şeddeler sayılsa, 1404 vermektedir, üstelik 80’inci ayeti celile” ifadeleri yer almaktadır. Yukarıda olduğu gibi burada da tevafuk için kaide harici bir zorlama olduğu açık. Zira, “Ebced hesabında harfler tek olarak sayılır.” (17) “Beldetün tayyibetün…” ayet-i kerimesinde ve sair emsalinde olduğu gibi.
4. Sayfa 24’te, Kıyâmet alametlerinden Güneşin mağripten doğması müstesna, hepsi de âdetullah’a uygun olarak (te’villi) yaratılır, aklın ihtiyarını almazlar. (…) Güneşin mağripten doğması ise, aklın ihtiyarını bedâhet derecesinde alır… diye bahsolunarak, hakiki manada tezahür edeceği ifade olunuyor.
Oysa eşrât-ı sâatten diğerleri gibi bunun da te’villeri yapılmıştır. Ehl-i Sünnet alimlerinden bazı muhakkıkîn, “Şüphesiz ki tevbe için, genişliği yetmiş senelik (mesafede) bir kapı vardır. Bu kapı, Güneş batıdan doğuncaya kadar kapanmaz.” Hadis-i şerifini şöyle te’vil etmişlerdir: “Tevbe kapısı, mü’minin ömründen kinayedir. Yetmiş sene ile tahsis (edilmesi) ise, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizin, ‘Ümmetimin çoğunun ömrü, altmış ile yetmiş (sene) arasındadır’ mübarek sözlerine işarettir. ‘Genişlik’ tabiri zikredildi, çünkü genişlik uzunluktan çok azdır. İnsan için bu âlemde sona eren bir cismanî ecel, bir de ahiret âleminde sonsuz bir ruhânî ecel/hayat vardır. Bunlardan birincisi geniş, ikincisi uzundur. Tevbe kapısının kapanması ise, insan ömrünün sona ermesinden kinayedir ki, bununla Resûlüllah Efendimizin (s.a.v.), ‘Can boğaza gelinceye kadar, Allah Teala tevbeleri kabul eder’ hadis-i şeriflerine işaret vardır. Güneşin mağirpten doğması da, ruhun bedenden ayrılmasından kinayedir.” (18)
5. Sayfa 37’de dâbbenin, “Kafirlerin yüzünü damgalayacağı” hususu, mü’minlerden de bu hastalığa yakalananların bulunabileceği ihtimaline binaen, “Kim bir kavme benzerse, o da o kavimdendir” hadis-i şerifi te’vil edilerek, mü’minler de yüzleri damgalanan küfür ordusunun içerisine dahil edilmektedir. Görüldüğü üzre te’vil hatalıdır; çünkü facir de olsa, hiçbir mü’min küfür ordusunun fertlerinden mütalaa edilemez. Zikri geçen hadise göre mü’min, kafirin küfrü gerektiren inanç ve amelinde kafire teşebbühte/benzeşmede bulunursa, ancak o zaman (Allah korusun) kafir olur.
6. Sayfa 41’DE, “Risale-i Nur Külliyatında Dâbbetülard” başlığından sonra, aşağıdaki nakillere yer veriliyor:
“Amma dâbbetül ard Kur’anda, gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı halinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise; ben şimdilik, başka mes’eleler gibi kat’i bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: “Lâ ya’lemü’l-gaybe illallah” (Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez, ancak Allah bilir). Nasılki kavm-i Firavna “çekirge afeti ve bit belası” ve Kabe tahribine çalışan Kavm-i Ebrehe “ebabil kuşları” musallat olmuşlar. Öyle de: Süfyanın ve deccallerin fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye’cûc ve Me’cûc anarşistliğiyle fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfar ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr u zeben edecek. Allah’ü a’lem, o dâbbe bir nevidir. Çünkü gayet büyük bir tek şahıs olsa, her yerde herkese yetişemez. Demek dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak. Belki, “İllâ Dâbbetü’l-arzı te’külü minseetehû…” ayetinin işaretiyle, o hayvan, dâbbetülard denilen ağaç kurtlarıdır ki, insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü’minler iman bereketiyle sefahet ve sûi istimâlattan tecennüpleriyle kurtulmasına işareten, ayet iman hususunda o hayvanı konuşturmuş.”
Bu nakillerden sonra da, “Üstadımız, dâbbe için kerâmâtın âdabına riâyet ederek AĞAÇ KURDU teşbihini kullanmıştır” deniliyor.
Yine görüldüğü üzre yukarıda, dâbetü’l-arz, Sebe’ sûresinin 14’üncü ayet-i kerimesinin dâll bi’l-ibaresinde bahsi geçen, Süleyman aleyhisselamın asâsını yiyen “ağaç kurdu”na teşbih edilerek izah olunuyor. Bu ayet-i kerimenin tefsirinde Elmalılı Hamdi Efendi merhum şunları söylüyor: “Burada arz, yerin ismi değil, ‘erada ye’rudu’ fiilinden ekl vezninde masdardır. Erda namındaki böceğin fiili, yani AĞAÇ KURDU denilen bir nevi güvenin yemesi, kırkması manasınadır…” (19)
Ayrıca malum olduğu üzre, keramet hak olmakla birlikte, alâ-meleinnâs kabulünü isteyemeyiz. Zira keramet, ancak inananları ilzam eder.
7. Araştırmacıların, ifade ve imlalarda dikkatlerinden kaçan bazı hususları da, istidraden arz etmek isteriz. Mesela hemen hemen çalışmalarının tamamında ismin “de” hâli ile, “dahi” anlamına gelen “de, da rabtı”nı imlaca karıştırmışlar. Halbuki ismin “de” hali kelimeye bitişik, diğeri ise her zaman ayrı yazılır.
SONUÇ
Konuyu özetlemek gerekirse; debb ve debîb, hafi yürüme ve debelenme manasına olup “dâbbe” de bundan fail olması itibariyle, “mâ yedübbü” yani debbeden, debelenen demek olur. AIDS virüsü de, hareketliliğe sahip bir canlı olması itibariyle “dâbbe”dir. Aynı zamanda arz ehlinden bir hayvandan çıkmıştır; dolayısıyla “dâbbetü’l-arz” denilmesi de mümkündür. Ayrıca Allah Teala’nın ilmine ve meşiyyetine havale edilerek yapılan bu te’villerin, hakiki mana ile uzaktan da olsa bir alakaları var. Bu sebeple araştırmacıların görüşlerini külliyen reddetmek olamayacağı gibi, küfrü mucip bir iddiada bulunduklarından da söz edilemez. Ancak Kıyâmet alametlerinden olan “dâbbetü’l-arz”dır, diye kat’î olarak ifade etmek veya aksini söylemek de –bizim için- mümkün değildir. Nitekim araştırmacıların te’vil ve teşbihleri de, bir takım ihtimallerden öteye gidememektedir. Binaenaleyh onların da ifade ettikleri gibi, eşrât-ı sâat ile alakalı hususlar te’villidir. Te’vil ise sözü çevirme, söze sarâhat haricinde verilen başka manalardır. İlmi tarifi, “Ehli tarafından, bir şeyi ilmen veya fiilen murad olan gayeye redd ü irca’ etmektir.” Biraz daha açacak olursak şunları söyleyebiliriz: Sözün ilk bakışta beliren manasını değil de, ihtimal dahilinde bulunan diğer manalarını alarak yorumlamak… veya muhtemel manalarından birini tercih etmektir. Ayet ve hadislerin açıklamasında ise, geçerli bir delil veya sebepten dolayı, ilk bakışta görünen manasından alıp, taşıdığı diğer manalardan, önündeki ve sonundakine uygun, Kitap ve Sünnete yaraşır olanından kullanmak demektir. Bazı müfessirler, tefsirin Kur’anın açıklamasına, te’vilin ise Kur’an’ın Bâtınî yönüne ait bir ilim ıstılahı olduğunu belirtmişlerdir. Kur’an’ın zahiri ile halka, işaretleriyle bilginlere, hoş ve latif manalarıyla velilere, hakikatleriyle peygamberlere (aleyhimüsselam) düstur olduğu, bu bakımdan Kur’an’ın daha çok te’vil yoluyla anlaşılmasının mümkün olabileceği ifade edilmiştir. Te’vilin sahih/doğru olanına münkâd, bozuk olanına bâtıl denir.
Konunun bir başka yönü; Kıyâmet alametlerinden Hz. Mehdî’nin (r.a.) zuhuru, Hz. İsâ’nın (a.s.) nüzûlü ve diğerlerinin tezahür şekilleri gibi, dâbbetü’l-arz’ın çıkışı da İlâhî sırlardandır. Bu sebeple herkes bilemez, anlayamaz. Zira herkesin bildiği bir husus, sır olmaktan çıkar. İlahî sırları, Allah Teala’nın bildirdikleri, yani Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) ve O’nun sır olarak haber vermiş olduğu varisleri bilir. Bu sırların anahtarları onlardadır; kime perdeyi açarlarsa, o kişi de işin hakikatini anlar, başkaları anlayamaz. Çünkü başka türlüsü usûle muhalif olur.
***
E-mailime geçenlerde gelen ve “Aşağıdaki yorumu dikkatle okuyun” diye başlayan dikkat çekici bir mesaj da şöyle:
“Arapçaya sanskrit dilinden geçen Dabbe’nin sanskrit dilinde örümcek ağı gibi yayılan şey olduğunu hatırlayın. İnternetin world wide web (www) olduğunu düşünün. Yeri ve göğü aynı anda doldurabilen D@bbe’nin ve internetin çalışma mekanizması arasındaki ilişkiyi kurun...vs...vs...
“Sevgili dostumuz HASAN KARACAN’ın yönettiği yine yakın dostumuz ısıksal ısınma cihazı yapan UFO firmasının finanse ettiği dabbe filmini izlemenizi tavsiye ederim. 2. ve 3.sü hazırlanıyor.
“Gerçek 3 boyutlu çekilirse o zaman seyreyleyin.
“Hele ki 3 boyut görselli kitabı çıkarsa… Yanlız hata yapılıp uluslararası korku film festivaline sokucaklar, diğer dinlerde dabbetül arz fazla işlenmediği için konuyu pek anlamıyacaklarını sanıyorum.
“D@BBE FİLMİNİ İZLEMEK İSTEYENLERE DUYURU!
“D@bbe Filmi Dolby Digital ses teknolojisi ile yapılmıştır. Lütfen Filmi Digital ses sistemine sahip sinema salonlarında izlemeyi tercih ediniz. Digital salon ile olmayan arasında çok büyük farklar bulunmaktadır.
“Filmimizin ses efektlerinden az da olsa şikayet mailleri aldık. Bazı sinema salonlarında yanlış ses düzeni ve ayarlarıyla gösterildiğini görüp düzelttik.
“DABBET-ÜL ARZ NEDİR?
“Onlan hakkındaki söz gerçekleştiği (yaklaştığı) zaman, bunlar için bir dâbbe çıkarırız ki bu, onlara insanların âyetlerimize kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyler.” (Neml Suresi, 27/82)
"Kıyametin alametlerinden birincisi güneşin batından doğuşu ve kuşluk vaktinde Dabbet-ul Arz'ın çıkışıdır." Hz.Muhammed S.A.V.
“Dabbe yaşıyor, hiç kimse tarafından tanınmıyor, insan türünden değildir ve korkunç bir şekli vardır. Saçı ve kılları her tarafa yayılmıştır. Bütün renklerden oluşmuştur. Yere ve bulutlara aynı anda ulaşan uzunca bir boynu var. Doğuda olan batıda olan gibi onu görür, Ona ulaşmak isteyen ulaşamaz, kaçan ondan kurtulamaz…
"Dabbe’ tabiri, ‘yerden bir dabbe...’ ayetinde belirsiz olarak kullanılmıştır. Kur'an-ı Kerim ‘Dabbe’nin insanlarla konuştuğunu belirtmiştir. Fakat onun diğer sıfat ve özellikleri, davranış biçimi ve çıkış yeri ile ilgili bilgileri meçhul bırakmıştır ve bunlar ancak gelecekte bilinecektir.
“İslam tarihinde Dabbe hakkında çok tartışmalar yaşanmış ve hiçbir zaman kesin bir hükme varılamamıştır.Fakat inanılan gerçek, Kıyamete yakın bütün dünyayı saracak dehşetengiz bir varlığın yani Dabbe’nin mutlaka çıkacağıdır.
“Sinemalarda izleyeceğiniz D@bbe filminde yönetmenin kendi kişisel yorumu bulunmaktadır. Bu yorum yapılırken gerek bilimsel gerekse dilbilimin reel ifadelerinden yararlanılmıştır. Bu yorumun özü ise D@bbet’ül Arz’ın interneti ele geçirmiş veya internet yoluyla bütün dünyaya yayılan elektromanyetik bir virüs benzeri varlık olabileceğidir. Sürreel veya metafizik gibi görünen bu yaklaşım nasıl olur da bir korku filminde işlenebilir diye düşünüyorsanız D@bbe filmini mutlaka izlemelisiniz.
"Dabbe yaşıyor, hiç kimse tarafından tanınmıyor, insan türünden değildir ve korkunç bir şekli vardır. Saçı ve kılları her tarafa yayılmıştır. Bütün renklerden oluşmuştur. Yere ve bulutlara aynı anda ulaşan uzunca bir boynu var. Doğuda olan batıda olan gibi onu görür; ona ulaşmak isteyen ulaşamaz, kaçan ondan kurtulamaz.”
***
Görüldüğü üzre bu da ayrı bir değerlendirme ve yorum tarzı…
Her şeyin olduğu gibi, bunun da en doğrusunu hiç şüphe yok ki Allah Teala bilir.
DİPNOTLAR
1) en-Nûr, 24/45.
2) Hûd, 11/6.
3) en-Neml, 27/82.
4) M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, Eser Kitabevi, İstanbul, V, 3701 vd.
5) Râğıb el-Isfehânî, "Müfredât", debb maddesi.
6) en-Neml, 27/82
7) Mevdûdî, Tefhîm, IV, 128
8) bkz. Pezdevî Ehl-i Sünnet Akaidi, 352; Nesefî, Akaid şerh ve haşiyesi Kesteli. 194
9) Müslim, Sahîh, Fiten, 118; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 201.
10) Müslim, Sahîh, İman, 249; Tirmizî, Sünen, Tefsîr, sûre 6.
11) Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 491; Tirmizî, Sünen, Tefsîr, sûre: 27.
12) el-En'âm, 6/59; Halid ERBOĞA, Şamil İslam Ansiklopedisi, ilg. Md.
13) Halis ECE, Fatih, 16 Şubat 1986 Pazar. Bu inceleme yazısı, o günlerde bir grup araştırmacı tarafından adı geçen başlık altında hazırlanan çalışma için tarafımızdan kaleme alınmıştı. Daha önce herhangi bir yerde yayımlanmadı.
14) Ahmet b. Hanbel, Müsned, 4278, İbn Mace, Sünen, 3436, Ebu Davud, Sünen, 3855,Tirmizi, Sünen, 2039.
15) Ebu Davud, Sünen, 4/3,7.
16) Buhari, Sahîh, 10/113, İbn Mace, Sünen, 3939.
17) Muharrem Mercanlıgil, Ebced Hesabı, yyyy, s. 94.
18) Şerhu’l-Akâid, li Ramazan Efendi, Salah Bilici Kitabevi, İstanbul, yyy., s. 318.
19) Hak Dini Kur’an Dili, Eser Kitabevi, İstanbul, yyy., VI, 3954.